Bir öncekinin devamı olarak bu yazımızda mezheple fırkanın farkını, mezheplerin “kendisinde rahmet olan ihtilaflar” olarak zaruret ve hayatiyetini, ehliyetli müçtehitlerin önemini, onlara tâbi olmanın doğru istikameti bulmak için şart ve de mezhepsizliğin büyük bir sapkınlık olduğunu anlatmaya çalışacağız.

Bir öncekinin devamı olarak bu yazımızda mezheple fırkanın farkını, mezheplerin 'kendisinde rahmet olan ihtilaflar' olarak zaruret ve hayatiyetini, ehliyetli müçtehitlerin önemini, onlara tabi olmanın doğru istikameti bulmak için şart ve de mezhepsizliğin büyük bir sapkınlık olduğunu anlatmaya çalışacağız.

I- MEZHEP İLE FIRKANIN FARKI

Mezhep konusunda gerçeğin anlaşılabilmesi için her şeyden önce mezheple fırkanın farkını anlamak gerekir.

Mezhep kelime olarak 'gidilen yol, benimsenen metod ve görüş' demektir. Istılahta ise, müçtehit alimlerin fikir ve görüşlerini benimseyen insanların meydana getirdiği dinî ekollerdir. Yani İslam'ın çerçevesi içinde kalan, bu çerçeveyi aşmayan tali yollardır.

Fırka ise ayırmak ve bölmek manasına gelen 'fark' kökünden gelir; insanlar arasından ayrılmış belli bir grup ve topluluğu ifade eder. Terim olarak, İslam fikir tarihinde kendilerine has siyasî düşünce veya itikadî telakkilere sahip bulunan gruplar anlamında kullanılmıştır. Aynı kökten gelen ve yine 'grup ve topluluk' anlamında olan 'ferîk' kelimesi Kuran'da yirmi dokuz yerde geçer ve genellikle tasvip edilmeyen bölünmelere işaret eder.

Mezhep kelimesi İslam içinde, İslam'ın kaynaklarına ve ölçülerine uygun, 'kendisinde rahmet olan' ihtilaf yollarını, içtihat yoluyla meselelere çözüm getirilmesi hadisesini ifade eder. Yani hiçbir mezhep İslam'ın kaynaklarına, edille-yi şeriyye ölçülerine ters düşmez ve bunların dışına çıkmaz. Mezheplerin İslam'da zenginlik ve rahmet olmalarının sebebi de zaten budur.

Müçtehitler, Nisa: 83. Ayette geçtiği gibi 'ulu'l-emr' olarak istinbatta bulunurlar, yani meselelerin iç yüzüne nüfuz ederek doğru hükmü ortaya çıkarırlar.

Fırkaların ise en önemli özelliği, bidat veya dalalet olup İslam'ın temel kaynaklarını, edille-yi şeriyye ölçülerini ihlal karakteri taşımalarıdır.

Akaid ölçüleri açısından bidat ve dalaletin yeri, en büyük haramların üstü, küfrün, yani dinden çıkmanın bir altıdır.

Her bidat Hz. Peygamberin (s.a.v.) sünnetinden birini veya birkaçını ortadan kaldırmaya yöneliktir; bu sebeple de sünnetin zıddı olarak tanımlanmıştır.

Fırkaların temel karakteri olan bu bidat ve dalalet 'amelde' olursa, kişiyi küfür denemeyecek bir sapkınlığa sürükler. Ama amelde değil de 'itikatta' olursa, bu defa kişiyi küfre, İslam'ın dışına çıkmaya sürükler. Bundandır ki Ehl-i Sünnet'in akaid kaynaklarında 'itikattaki bidatin küfür olduğu' yazılıdır.

Kuran'da müminlere 'Hep birlikte Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın! (vela teferraku / fırkalaşmayın)' (Âl-i İmran: 103.) diye emredilmektedir.

Bu sebeple 'tefrika' ile aynı kökü paylaşan 'fırka' olumsuz çağrışımlar yapan bir terimdir.

Peygamberimiz de (s.a.v.) 'Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır' (Münavî, III, 470) buyurarak tefrikanın büyük tehlikesine dikkat çekmiştir.

Bidat ve dalalet fırkaları, Kitap ve Sünnet'i -daha geniş ölçüde edille-yi şeriyyeyi- çeşitli yönlerden ihlal eden sapkın yollardır. Bu, müstakil yazılarla işlenmesi gereken önemli bir konudur; burada detaylara giremiyoruz.

Önceki yazılarımızda zikrettiğimiz 'Yetmiş Üç Fırka Hadisi' ve Cabir b. Abdullah'ın rivayet ettiği, gerçek istikameti tarif eden, içinde Enam: 153. ayetin geçtiği hadis-i şerif, bize fırkaların sırat-ı müstakimden ayrılan sapkın yollar olduğunu göstermektedir.

Mezheple fırkanın bu temel farkı bilinmedikçe Ehl-i Sünnet doğru anlaşılamaz.

II- MEZHEBİN ZARURETİ VE HAYATİYETİ

Ehl-i Sünnet'i oluşturan mezhepler birer rahmet vesilesi olup, fırkalar gibi bölünme, parçalanma, ayrılma, tefrikaya düşme anlamında değillerdir. Mezhepleri İslam'da bölünme diye lanse edenler ya konunun mahiyetini bilmeyen cahiller ya da batıl bir maksada hizmet eden gafil, hatta hainlerdir.

Ehl-i Sünnet içindeki mezheplerden birinde olmak zaruridir, hayatidir. Çünkü bu, ehliyetli bir müçtehidin metod ve fetvasına göre yürümek demektir. Bu yola girmeyen kişi, farkında olsun veya olmasın, kendini müçtehit yerine koymuş olur. Bunun başka bir izahı olamaz.

Halbuki ne kadar samimi olursa olsun, her Müslüman Kuran ve Sünnet'ten Allah'ın muradını anlayıp delilleri doğru kullanıp isabetli hükme varamaz. Neden? Çünkü çoğu kimsenin yetişme ortamı ve altyapısı buna müsait değildir. Dahası günümüzdeki gibi bir fitne ve bidat ortamında, hak ve batılın birbirine karıştığı bir zamanda, Kuran ve Sünnet'i doğru yorumlayıp sonuca ulaşmak imkansız denecek kadar zordur.

Ortam ve şartlar müsait olsa bile, İslam'ın kaynaklarından hüküm çıkarma işi, ancak ilimde ruhsat sahibi alimlerin, özellikle de müçtehitlerin işidir. Kaldı ki aşağıda izah edileceği üzere, ilimde ruhsat sahibi pek çok alim de mutlak müçtehit olan bir mezhep imamına tabi olmuştur.

Ehliyetli müçtehitlerden birine tabi olan, onun fetvalarıyla amel eden bir Müslüman her hususta isabet eder. Dolayısıyla istikamet üzere olur.

Bu yolu tercih etmeyenler lisan-ı halleriyle 'Biz de müçtehidiz, dinin kaynaklarından biz de hüküm çıkarabiliriz' demek istiyorlar. Bu ne kadar da mesnetsiz bir tavırdır. Bu tavrı takınanlar hem kendilerini, hem de kendilerine uyanları helake sürüklüyorlar.

Halbuki bir müçtehide / mezhebe tabi olma zarureti, en yüksek derecedeki alimlerin bile vazgeçmedikleri bir mecburiyettir.

Nasıl ki her mesleğin ehli varsa, dinde de dinin kaynaklarından hüküm çıkarmaya ehliyetli müçtehitler vardır. Nasıl ki sadece kitap okumakla doktor, mühendis, eczacı olunamıyorsa -mutlak manada- doğru istikamet de bulunamaz.

İslam'da müçtehitler, tabiri caizse ümmetin hastalıklarına ilaç hazırlayan gerçek doktor ve eczacılar gibidir. Bir kimsenin, işinde ehil bir eczacının verdiği ilaçları kabul etmeyerek, kendisinin ilaç üretmeye kalkması nasıl abes ve bir o kadar da beyhude bir gayret ise, aynen bunun gibi meseleleri çözen fetvalar ortada dururken yeniden içtihat etmeye kalkmak da ancak akılsızlık ve ahmaklıkla izah edilebilir. Tabi ki neticesi de sapkınlıktır.

III- MEZHEP İMAMLARININ EHLİYETİ VE KAMİL VASIFLARI

Bilinmesi gereken önemli bir nokta da şudur:

Mezhep imamı olan mutlak müçtehitler ya da mezhepte müçtehit olanlar sıradan insanlar olmayıp, belli ölçüde İslam'ın her sahasında yetkili ve ehliyetli mümtaz şahsiyetlerdir. Onların Kuran ve Sünnet'e ve daha geniş çerçevede edille-yi şeriyyeye hakimiyetleri o kadar güçlüdür ki, verdikleri fetvalarda İslam'ın hiçbir ilkesine ters düşmezler. Dolayısıyla bu zatlarda itikadî ihlal söz konusu değildir. İşte Ehl-i Sünnet içindeki mezheplerin hak oluşu da buradan kaynaklanmaktadır.

Burada müçtehitliğin şartlarına da temas etmek gerekir.

Akaid ve fıkıh kitaplarında bir müçtehidin yirmiden fazla ilim bilmesi gerektiği vurgulanır. Bu yetmez, bir de keşif, basiret ve feraseti ifade eden 'ilm-i vehbî' şartı koşulur. Yani bir müçtehidin 'çok bilgili' olması yanında, bu manevi ehliyet de büyük önem taşır.

Nitekim İslam büyüklerinin terceme-yi halini anlatan eserlerde müçtehitlerin sadece fıkıh bilgisine değil, aynı zamanda takva ve azimete de sahibi oldukları, zahitlikte zirveye ulaştıkları anlatılır. Diyebiliriz ki müçtehitlerin her biri aynı zamanda belli seviyede birer mürşid-i kamil ve de Allah dostudur.

Kendisi 'Hüccetü'l İslam' unvanının sahibi olduğu halde, İmam Gazali İhya'da bu mezhep imamlarından sitayişle bahsetmekte ve onların zühd ve takvasını uzun uzun anlatmaktadır.

İslam'ın hemen bütün ilim dallarında otorite olduğu bilinen bu zatın, fıkıhta Şafi mezhebine mensup olduğunu da hatırlatmak isteriz.

Onun, rüyasında dört kapısı olan bir binaya gireceği sırada, bu dört kapının her birinde Ehl-i Sünnet'in amelî mezheplerinin imamlarından birinin adının yazılı olduğunu gördüğü ve İmam Şafiî'nin adının olduğu kapıdan girerek 'İşte benim yolum' dediği rivayet edilir.

IV- İSLAM ÂLİMLERİNİN BİR MEZHEBE TÂBİ OLMA KONUSUNDAKİ HASSASİYETLERİ

İmam Gazali'nin, beşinci asrın müceddidi olduğu halde kendini içtihat etmeye yetkili görmeyip bir mezhep imamına tabi olması, biz ahirzaman müminleri için çok büyük bir mesajdır. O, 'el- Mustasfa' adında önemli bir fıkıh kitabının da sahibi olduğu halde bir müçtehide tabi olma gereği duymuştur.

O, bir müçtehide tabi olmanın zaruret ve ehemmiyetini şu sözleriyle anlatır:

'Müçtehid olmayanın, bir mezhep imamına tabi olması gerekmektedir. Mukallidin, yani Kur'an'dan ve hadislerden hüküm çıkarma gücü olmayanların, taklit ettiği ve uyduğu mezhep imamının sözü dışına çıkması caiz değildir. Çıkar diyen kimse de yoktur. Her yönden ona uyması gerekmektedir. Uyduğu mezhep imamına muhalefeti çirkin bir harekettir ve bu muhalefeti sebebiyle günahkardır.' (İhya c: 2, s: 803.)

'Bu asırda yaşayanlar içinde müçtehid yoktur. Müçtehid olmayanlar da, kendilerine sorulan meseleye, ancak bağlı bulundukları mezhep imamından naklederek cevap verirler. Mezhep imamının içtihadını terk etmesi caiz değildir.' (İhya c: 1, s: 113.)

Bu izahta dikkat çeken bir husus var ki o da, Gazali'nin hicrî beşinci (miladî on birinci) asırda 'Bu dönemde müçtehit yok' demesidir. Dokuz asırdan fazla bir zaman önce müçtehit yok denirken, bugün bazı bedbahtların müçtehitliğe soyunmaları nasıl bir haddini bilmezlik ve trajikomik bir haldir.

Söz alimlerin müçtehitlere tabi olmasından açılmışken birkaç örnek daha verelim:

Büyük müfessirlerden İmam Fahreddin Razi, Kadı Beydavi ve Ebu's Suud Efendi Hanefi; İmam Kurtubi Maliki; İmam Suyuti de Şafi mezhebindendir.

Keza İbn Abidin ve ikinci bin yılın müceddidi olarak bilinen İmam Rabbani de Hanefi'dir.

Sadece ilimde otorite olan alimler değil; kalbî ilimlerde / tasavvufta zirve olan Allah dostları, kamil mürşidler de mutlaka bir müçtehide tabi olmuşlardır.

Mesela Abdulkadir Geylani Hanbeli; Şah-ı Nakşibendî, Akşemseddin Hazretleri ve Eşrefoğlu Rumî Hanefi; İmam Şarani Şafi'dir.

Şimdi sormak gerekmez mi?

Eski – yeni, seçilmiş, zirve bütün alimler bir müçtehide tabi olmak konusunda hassasiyet göstermişken; bugünün yol yordam bilmez, ne ameli ne ihlası ne de ilmi olmayan kara cahilleri nasıl olur da mezhebin lüzumsuzluğundan bahsedebilirler? Bu nasıl bir kendini ve haddini bilmezliktir?

Aslında bunlar şunu demek istiyorlar:

'Müçtehitleri değil, bizi dinleyin. Biz dini onlardan daha iyi anlıyoruz.'

Hatta içlerinde bunu açıkça söyleyenler de var.

Bunlar bunu bilmeyerek değil, oryantalistlerin sözcülüğüne soyunarak yapıyorlar. Dini ameliyat masasına yatırmak, 'tecdid' adı altında 'reforma sokmak' istiyorlar. Keyfî yorumlarını ve kontrolsüz akıllarını dini ifsat ve tahrif için kullanıyorlar. Böylece hem kendileri sapıtıyorlar hem de kendilerine tabi olanları saptırıyorlar.

Bunlar tabiri caizse İslam'ın tarif ettiği sırat-ı müstakim yolundaki yol kesiciler, haramilerdir. Bu konuda çok uyanık olup etrafımızdaki mümin kardeşlerimizi de uyarmalıyız.

Mezhep inkarcılığı, aslında İslam'ı tahrif ve tahrip projesinin ilk adımıydı. Bunu sünnet ve hadis inkarcılığı takip etti. Daha sonra da Kuran'a itiraz ve sataşma sesleri yükseldi.

Artık -haşa- Allah'a meydan okurcasına, hem de ilahiyatçı – hoca kimliğini kullananların eliyle, İslam'ı çağ dışı ilan etme noktasına kadar geldi felaketin boyutları.

Dikkat edelim; işin başlangıcında mezhepsizlik hastalığı, bununla birlikte gelen sahte müçtehitlik iddiası vardı.

Netice itibariyle mezhepsizlik büyük bir sapkınlıktır.

Bütün bu anlattıklarımızı göz önünde bulundurduğumuzda, son devrin büyük alimlerinden

M. Zahid el- Kevserî'nin şu sözü ne kadar da isabetlidir:

'Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür.'

Allah bizi mezhepsizlik sapkınlığından uzak; müçtehit alimlerimize dünyada tabi, ahirette yakın eylesin.