“Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah, bunu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kesin olarak va’detmiştir. Kimdir sözünü Allah’tan daha iyi yerine getiren? O hâlde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte asıl büyük başarı / kurtuluş / kazanç budur.” (Tevbe: 111.)

'Şüphesiz Allah, mü'minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah, bunu Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da kesin olarak va'detmiştir. Kimdir sözünü Allah'tan daha iyi yerine getiren? O halde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte asıl büyük başarı / kurtuluş / kazanç budur.' (Tevbe: 111.)

Bir evvelki yazımızın devamı olarak bu yazımızda Kudüs, Mescid-i Aksa ve Gazze meselesinin itikadî, fıkhî ve ahlakî yönünü; Allah'ın İslam ümmetine yüklediği mesuliyeti ve bu mesuliyeti yerine getirenlere verilen zafer müjdesini anlatmaya çalışacağız.

Kudüs'e, Mescid-i Aksa'ya, Gazze'ye, Filistin halkına ve genelde İslam dünyasına yapılan bütün saldırılar karşısında yeterli tepkinin gösterilememesinin veya gösterilen tepkilerin gereği gibi fiiliyata dönüştürülememesinin temel sebebine işaret eden şu hadis-i şerifi aktararak başlayalım:

Hz. Sevban'dan (r.a) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

'Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi, size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.'

Birisi, 'Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?' dedi.

Rasûlullah (s.a.v.), 'Hayır, aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çerçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak.' buyurdu.

Yine bir adam 'Vehn nedir ya Rasûlallah?' diye sorunca,

'Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir.' buyurdu.[1]

Bu hadis-i şerif, Müslümanların içinde bulunduğu manevi hastalığı ne kadar da güzel tasvir etmektedir: Dünya sevgisi ve ölüm korkusu…

İşte cihadın, emr-i bi'l maruf ve nehy-i ani'l münkerin terk edilmesinin, ümmet olarak tek bilek, tek yürek olunamamasının sebebi budur: Dünyayı sevmek ve ölümden korkmak…

II- MESELENİN İTİKADÎ, FIKHÎ VE AHLAKÎ BOYUTU

Ortada 'savaş' adı verilen bir manzara arkasında; orantısız güçle, savaş hukuku ve insan hakları hiçe sayılarak evleri yıkılan, toprakları gasbedilen, can ve namuslarına kast edilen, her türlü gayri insani muamelenin kendilerine reva görüldüğü Müslüman bir toplum var: Gazze ve Filistinliler.

Bütün bunlar dünyanın gözü önünde açıktan cereyan ediyor.

Ve fakat siyasi, askerî ve ekonomik gücü elinde bulunduran, çoğunlukla teslis inancına sahip Hıristiyan toplumun Yahudilerle olan ittifakıyla, dezenformasyon yoluyla gerçeğin tam tersi bir algı oluşturularak, İsrail mağdur ve masum gösterilmeye çalışılıyor. Müslümanlara acıyanlar ise ah, tüh, vah demekten öteye geçemiyor.

Bu zulme dur diyecek bir irade ne yazık ki ufukta gözükmüyor. Bazı gayretler varsa da henüz elle tutulur bir sonuç alınmış değil.

Gayrimüslimlerin kayıtsızlık ve umursamazlığı, bir noktaya kadar normal sayılabilir.

Bizim asıl sorgulamamız gereken, 'Müslümanım' diyen toplumun ne derece samimi, ne derece İslam'la örtüşen vasıflara sahip olduğudur. Ve tam da burada, İslam'ın itikadî, fıkhî ve ahlakî düsturlarını hatırlatmamız bir zaruret olmaktadır. Ta ki bugünkü Müslüman toplumların, İslam'ın ortaya koyduğu bu ölçülerden ne derece uzak olduğunu anlayalım…

Olup bitenlere itikadî cihetle baktığımız zaman, iki milyarlık İslam toplumuna şu büyük Kur'anî gerçeği hatırlatırız:

'Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek'

Evet, bugün Müslüman toplumlarda, bu itikadî ölçünün büyük ölçüde zaafa uğratıldığını ve işletilmediğini görüyoruz. Kendini Müslüman diye tanımlayan pek çok kimsenin İsrail'e ve onu destekleyen güçlere karşı Allah için hiçbir buğuz beslemediklerine, hiçbir tepki göstermediklerine üzülerek şahit olmaktayız. Halbuki bu hususta ölçü mahiyetinde pek çok ayet vardır. Mealen şu ayetleri hatırlatmak isteriz:

'Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. (…) Ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, mutlaka doğru yoldan sapmıştır.' (Mümtehine: 1.)

'Mü'minler, mü'minleri bırakıp inkarcıları dost edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah ile bir ilişiği kalmaz. Ancak onlardan (gelebilecek tehlikeden) korunmanız başkadır. Allah, asıl sizi kendisine karşı dikkatli olmanız hakkında uyarmaktadır. Çünkü dönüş Allah'adır.' (Âl-i İmran: 28.)

'Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz ki o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğru yola hidayet etmez.' (Maide: 51.)

Yine Kur'an'da Müslümanların en şiddetli düşmanının Yahudiler olduğu haber verilmektedir. (Bk. Maide: 82.)

Hıristiyanların 'İsa Allah'ın oğlu' Yahudilerin de 'Uzeyr Allah'ın oğlu' demeleri sebebiyle kafir oldukları da Kur'an'ın verdiği bilgiler arasındadır. (Bk. Tevbe: 30.)

Bu delilleri şu sebeple hatırlatıyoruz:

'Ehl-i kitap' denen ve dinlerini şirke bulaştırmış Yahudi ve Hıristiyanların, İslam'ı da kendi dinleri gibi şirke bulaştırmak için geliştirip ortaya attıkları 'Dinlerarası Diyalog', 'Ilımlı İslam', 'İbrahimî Dinler' gibi küfür projelerine tepkili olmak, 'Allah için sevip Allah için buğzetmek' ilkesi doğrultusunda imanın gereğidir.

Bu görevi yapmayanların, Filistinlilerin, Gazzelilerin yanında olduklarına dair söylemlerinin hiçbir geçerliliği ve inandırıcılığı yoktur.

Küfrü ve şirki İslam'la sentez ederek dünyada barışı hakim kılacağını zann veya iddia eden bu kimselerin, Müslümanların ilk kıblesi ve Miraç mucizesinin bir durağı olan Mescid-i Aksa'yı sahiplenmesi de hiç inandırıcı değildir.

Fıkhî açıdan baktığımız zaman, bir masumun, hele de Müslüman bir masumun haksız yere öldürülmesi, asla İslam'ın kabul edeceği bir durum değildir. Zira Kur'an'da bir insanın haksız yere öldürülmesinin bütün insanlığın öldürülmesi gibi olduğunu haber veren ayet-i kerime (Maide: 32.), insan hayatına verilen önemi göstermektedir. Buna göre katledilen yüzlerce, binlerce masum insanın hesabı hiçbir hukuk önünde verilemeyeceği gibi ahirette hiç verilemez.

Meselenin ahlaki boyutuna baktığımız zaman da şunu söyleyebiliriz:

İslam'da savaşın da bir hukuku vardır. O hukuk, masumları korumayı bir merhamet ilkesi olarak kabul eder. Buna göre çocuklar, kadınlar, yaşlılar, hastalar ve hatta ekinler, ağaçlar ve hayvanlar, savaşta bile koruma altındadır.

Allah'a, Rasulüne ve İslam'a karşı gelmeyi bir hayat tarzı haline getirerek hiçbir ölçü tanımayanlara karşı yapılması gereken ise, zulümlerine fiilî olarak engel olmaktır. Bu da ancak meşru ve mukaddes bir savaşla, yani 'cihad'la mümkündür. Cihadı diğer savaşlardan, her türlü terör faaliyetinden ayıran ilke, işte bu hak ve adalet ilkesidir.

İsrail'in Gazze halkına reva gördüğü katliama karşı yapılması gerekeni, Kur'an 1400 küsur sene evvel haber vermiştir:

'Hem size ne oldu ki, Allah yolunda, çaresiz bırakılan erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda (O'nun rızası için) savaşmıyorsunuz?...' (Nisa: 75.)

Evet, bugün iki milyarlık İslam dünyası, Filistin'deki mazlum ve masumları korumak için hareket etmemesi, bu zulme seyirci kalması dolayısıyla mesuldür ve bu ayet-i kerimenin tehdidi altındadır.

Bir de işin içinde Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa olunca bu sorumluluk ve vebal kat be kat artmaktadır.

Ancak bu zulme dur diyebilmek için, Müslümanların hadiseyi bütün yönleriyle tahlil edip, kılı kırk yararak hesap yapmaları gerekir. Çünkü bir savaşa kalkışıldığında haklılığın yanı sıra, yeterli güce sahip olmak da gerekmektedir. Bu, Kur'an emridir:

'Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez.' (Enfal: 60.)

Ayette emredilen bu 'kuvvet hazırlama' görevi yapılmadan fevrî hareket etmek, düşmanın saldırısını üzerine çekmek suretiyle daha büyük facialara sebep olabilir.

Bu ayetin bir nevi tefsiri mahiyetinde, sahih bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v.) üç kere şöyle buyurmuştur:

'Kuvvet atmaktır!' [2]

Kuvveti bu şekilde tanımlaması, 'cevamiu'l-kelim' ile gönderilmiş Peygamberimizin (s.a.v.), fesahat ve belagatin zirvesinde olduğunun en açık delillerinden biridir. Çünkü 'taş'tan, 'ok'tan ve 'mızrak'tan tutun da, 'mermi'ye, 'füze'ye, 'roket'e, 'bomba'ya kadar hemen bütün savaş aletleri atılır.

Bu hadis-i şerife göre, düşman hangi güç ve vasıta ile saldırıyorsa, aynı güç ve vasıtalarla karşılık vermek, hatta daha da fazlasını hazırlamak icap eder. Şüphesiz ki basın ve sosyal medyayı etkin bir şekilde kullanıp doğru 'algı yönetimi' yapabilmek de buna dahildir.

Ayet-i kerimedeki mealen 'sizin bilmediğiniz fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanlarınızı korkutursunuz' ifadesi, günümüzde 'caydırıcılık' adı verilen güce işaret eder. Bilindiği gibi caydırıcılık gücü ve politikası da uluslararası ilişkilerde taraflarca savaşın bir versiyonu olarak kullanılmaktadır.

Dolayısıyla Kuran her konuda olduğu gibi bu konuda da Müslümanlara kıyamete kadar yol gösterici mahiyettedir. Ecdadımız tarih boyunca hep bu ayetin verdiği ufka kilitlenmiş, tedbirli hareket etmiştir. Mesela Fatih Sultan Mehmet, İstanbul kuşatması öncesinde maddi manevi bütün hazırlıklarını buna göre yapmış; bu meyanda fetihte 'şahi' adı verilen ve o zamana kadar kimsenin bilmediği devrin en büyük savaş topunu kullanmıştır.

Gerekli hazırlığı yapmadan cihada çıkmanın hükmüyle ilgili, önceki yazımızda da yer verdiğimiz şu fetvayı bir kere daha hatırlayalım:

'Müslümanlarda cihada kafi şevket ve kudret bulunmalıdır. Binaenaleyh harp için kafi derecede kuvvet ve şevket olduğu zannedilmezse muharebeye teşebbüs caiz olmaz. Çünkü bu takdirde kendi nefislerini tehlikeye atmış olurlar. (Hindiyye)' [3]

Buna göre bugün İsrail'in kendini destekleyen bloklarla birlikte sahip olduğu güç karşısında, Müslümanların da dünya çapında siyasi, ekonomik ve askerî güçlerini geliştirme, artırma ve birleştirme mecburiyetleri vardır. Bu olmadığı için Gazze'de yaşanan faciaya karşı yüreği yanan Müslümanların yapabildiği tek şey 'kavlî dua'dır. Halbuki İslam kavlî / sözlü dua yanında fiilî duayı da şart koşmaktadır. Fiilî dua, Müslümanların bütün güçleriyle Filistin'in yanında olmalarını gerektirir. Bu da ancak teşkilatlanmış bir yapıyla, yani 'devlet gücü'yle mümkün olabilir. İşte bugün Gazze halkına uygulanan zulüm, ölüm ve soykırımın engellenememesi, bunun yapılmamasındandır. Halkı Müslüman olan elliye yakın devletten hiçbir aktif tavır zuhur etmemiş olması çok vahim, çok düşündürücü bir durumdur.

Bugün Mescid-i Aksa maalesef sahipsizdir. Allah o Filistinli kardeşlerimizden razı olsun ki, canları pahasına Mescid-i Aksa'nın manevi şahsiyetine sahip çıkarak bütün Müslümanların onur ve şerefini korumaya çalışıyorlar.

İsrail'in bölgede hakim olmasından sonra Filistinlilerin verdiği şehit sayısı 650 bini aşmıştır. Bu dava sadece Filistinlilerin davası değil, bütün Müslümanların davasıdır. Bu kolektif şuur hakim kılınarak artık ortaya fiiliyat koymaya çalışılmalıdır.

Seksen yıldan beri tekrarlanan dilek ve temennilerin netice vermediği ortadadır.

II- MESCİD-İ AKSÂ UNSURU

Mescid-i Aksa ve Kudüs bölgesi kadim zamanlardan beri tevhidin ve tevhidi tebliğ eden peygamberlerin yaşadığı mekandır. Hz. Peygamberden (s.a.v.) sonra da ilk kıblemiz olmakla şereflenmiştir.

Bu mübarek mekan, Hz. Peygamberin (s.a.v.) en büyük mucizelerinden biri olan 'Miraç' hadisesinde kürre-yi arzı temsil eden bir istasyon olmuştur.

Hz. Ömer (r.a.) zamanında fethedilmiş ve ebediyen Müslüman yurdu olarak tescil edilmiştir.

Daha sonra haçlıların işgaline maruz kalmış, Selahattin Eyyubi gibi iman ve şecaat timsali bir komutan tarafından tekrar kurtarılmıştır.

Daha sonra Kabe-yi Muazzama'nın bir kardeşi misali, İslam birliğini temin etmek gaye ve maksadıyla, medar-ı iftiharımız Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı sınırlarına dahil edilmiştir. Ecdadımız Osmanlı, bu yüce mekana çok büyük ihtimamla hizmet etmiş, Mescid-i Haram'a gösterilen hürmetin bir benzerini göstermiştir. Çünkü Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de bu mukaddes mekanın ve çevresinin mübarek kılındığını haber vermiştir. (Bkz. İsra: 1.)

Bütün bu sebeplerle Mescid-i Aksa, Mescid-i Haram'ın mana ve mesajını taşıyan bir İslam toprağı; mübarek kılınan bir feyiz otağıdır. Bundandır ki Filistinliler Yahudi zalimlerinin bütün engellemelerine rağmen Cuma namazını burada kılmaya gayret sarf ederler. Aynı hassasiyeti bütün dünya Müslümanları da göstermelidir.

Kudüs, Mescid-i Aksa, Filistin bizimdir, biz Müslümanlarındır. İşgale uğrasa da bizimdir -kurtarılmayı beklemektedir- uğramasa da bizimdir ve ebediyen bizim kalacaktır.

İnancında samimi olan her Müslüman, nefsinin ataletini yenerek, dünyaya olan meyline muhalefet ederek, Mescid-i Aksa meselesini bir dava haline getirmelidir.

Evet, Kudüs Kabe'nin kardeşidir. Kabe'ye, Mescid-i Haram'a gösterilen hürmetin bir benzeri Mescid-i Aksa ve Kudüs'e gösterilmelidir. Bu meyanda Kudüs'ü savunmak, Mescid-i Aksa'yı savunmak, Kabe'yi, Hz. Peygamberi (s.a.v.) ve İslam'ı savunmak demektir.

III- BİZİ TESELLİ EDEN 'GAYBÎ MUCİZE' NEV'İNDEN BİR MÜJDE

Gazze'de yaşanan katliamın acısını kalbimizin derinliklerine kadar hissettiğimiz bir zamanda, ne zaman olacağını Allah'ın bildiği, ama mutlaka olacağını vahiyle haber verdiği bir müjdeyle biraz olsun ferahlamaya çalışalım:

Kur'an'da, bu kavmin -Yahudilerin- yeryüzünde iki kez fesat çıkardıkları ve her ikisinde de Allah'ın güçlü kulları vasıtasıyla azaba çarptırıldıkları haber verilmektedir. (Bkz. İsra: 4-7.)

Bundan hemen sonra İsra: 8'de ise onlara şöyle bir ikaz yapılmaktadır:

'Fakat siz eğer yine, üçüncü kez günaha (fitne fesat çıkarmaya) dönerseniz … biz de sizi yine cezalandırırız.' (Ruhu'l Beyan Tefsiri, c. 4, s. 521.)

'Siz tekrar fesat çıkarır ve suç işlerseniz, biz de tekrar ceza verir, intikam alırız.' (Ali Sabûnî Tefsiri, c.3, s. 358.)

Tefsirlerden alınan bu ifadeler gösteriyor ki, Yahudiler –geçmişte olduğu gibi- fitne fesada devam ettikleri takdirde, Sünnetullah ve ayetle verilen haber gereği tekrar cezalandırılacaklardır.

Kur'an'da haber verilen bu hüküm, Hz. Peygamberin (s.a.v.) şu hadisiyle de tekit edilmekte, açıklığa kavuşturulmaktadır:

'Müslümanlar, Yahudilerle harp etmedikçe kıyamet kopmayacak. Harp olacak ve Müslümanlar onları kırıp mahvedecekler. Öyle ki, Yahudilerden bir kimse bir ağaç veya bir taşın arkasına saklanacak olsa, o ağaç ve taş dile gelerek 'Ey Müslüman, ey Allah'ın kulu, arkamda bir Yahudi var, gel onu öldür.' diyecek. Sadece Ğarkad ağacı haber vermeyecek, çünkü bu ağaç, onların ağacıdır.' (Müslim, Fiten, 82).

Tarih boyunca olduğu gibi, bugün de yeryüzünde fitne fesat çıkarıp kan dökmekten geri durmayan bu kavim, ilgili ayetlerde haber verilen şartı çiğnemiş olduğundan -yani fitne fesat çıkarmaya devam ettiğinden- eninde sonunda feci bir şekilde cezalandırılacaktır. Bu ilahî bir vaaddir, mutlaka vuku bulacaktır, olmama ihtimali yoktur. Çünkü Allah vadinden hulfetmez.

Keza Hz. Peygamberin (s.a.v.) haberlerinin çıkmaması da mümkün değildir. Ne var ki biz Müslümanlar bunun vakti zamanını bilemeyiz; orası Allah'ın ilmine kalmış bir husustur.

Burada bir yanlış anlamanın da önüne geçmek gerekir:

Ayet ve hadislerle haber verilen bu vaad, biz müminlerin say u gayretleriyle tahakkuk edeceğinden, 'Nasıl olsa Allah bunları cezalandıracak' deyip yatmak, Sünnetullah'a aykırıdır. Evet, Allah vaadini gerçekleştirecektir; ama biz müminlere düşen vazife, bu uğurda canla başla çalışmak, üzerimize yüklenen mesuliyeti yerine getirmektir. Bu yapıldığında, bazı bidatçilerin, özellikle 'tevekkül' ve 'Hz. Mehdî'nin zuhuru' gibi konular bağlamında sık sık gündem ederek müminlerin kafa ve gönüllerini bulandırmaya çalıştıkları 'Tembel tembel yat, sonra da Allah'tan zafer bekle' şeklindeki söylemleri de etkisiz kılınmış olacaktır.

Her Müslüman, 'zaferin bizim olduğunu' müjdeleyen bu haberlere tam iman ederek, yeryüzünde fitne fesadı önlemek adına adımlarını şuurla atmalı ve bu büyük hizmette mutlaka pay sahibi olmalıdır. Bunun için de hayatını bu minval üzere planlayıp programlamalıdır.

Son iki yazının başlığını 'Mescid-i Aksa ve Filistin Sorunu Ancak İslamî Kimliği Kuşanmakla Çözülür' şeklinde atmakla işte bu gerçeğe dikkat çekmek istedik.

Evet, Mescid-i Aksa ve Filistin davası eninde sonunda zaferle sonuçlanacaktır.

Bahsini ettiğimiz İslamî kimliği kuşanmayarak, nifak alametleriyle malul, safını bilemeyen, hakla batıl arasında gidip gelen kimseler muhakkak ki günü geldiğinde büyük bir pişmanlığa düçar olacaklardır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.

Bu büyük gerçeği haber veren bir ayet-i kerimenin mealiyle yazımızı bitirelim:

'İşte kalplerinde bir hastalık (nifak) bulunanların, 'Başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz' diyerek onların (Yahudilerin) arasında koşup durduklarını görürsün. Ama Allah, yakın bir fetih veya katından bir emir getirir ve onlar içlerinde gizledikleri şeye (nifaka) pişman olurlar.' (Maide: 52.)

[1] Ebu Davud, Melahim, 5.

[2] Müslim, İmare,167; Ebu Davud, Cihad,23; Tirmizî, Tefsiru sureti 8; İbn Mace, Cihad, 19.

[3] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, c. 3, s. 358.