Milletlerin dinî ve milli kimlikleri iç içe olup birbirinin mütemmimidir. Dinî ve milli değer ve kavramları kesin hatlarla birbirinden ayırmak mümkün değildir. Şu var ki, dinî kimlik ve bütünlük, milli kimlik ve bütünlüğün temelidir. Onun için dinî bütünlüğün, bu bütünlüğü temin eden inanç esaslarının zaafa uğraması ya da tahrif edilmesi, aynı nispette, hatta daha fazlasıyla milli kimlik ve bütünlüğü de menfi yönde etkiler.
Tamamladığımız seri yazılarımızın değerlendirmesine 'milli bütünlük' boyutuyla devam ediyoruz.
Milletlerin dinî ve milli kimlikleri iç içe olup birbirinin mütemmimidir. Dinî ve milli değer ve kavramları kesin hatlarla birbirinden ayırmak mümkün değildir. Şu var ki, dinî kimlik ve bütünlük, milli kimlik ve bütünlüğün temelidir. Onun için dinî bütünlüğün, bu bütünlüğü temin eden inanç esaslarının zaafa uğraması ya da tahrif edilmesi, aynı nispette, hatta daha fazlasıyla milli kimlik ve bütünlüğü de menfi yönde etkiler.
Bu yazımızda Müslüman Türk milletinin, dinî veçheden maruz kaldığı tehdit ve tehlikelerden hareketle, milli kimlik ve bütünlüğünün de büyük tehlike altında olduğunu anlatmaya çalışacağız.
1- Milletin Tanımı ve Manası
Millet, aynı topraklar üzerinde yaşayan; aralarında din, dil, tarih, ideal, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluk demektir.
İslam literatüründe ise millet 'din' anlamında kullanılır. Mesela 'Halil İbrahim milletindeniz' dendiği zaman bu sözden İbrahim aleyhisselamın tevhid dini, yani İslam anlaşılır.
Bütün milletler ortak inanç ve din üzerine bir araya gelir.
Milletimiz açısından söylersek, bizi millet yapan unsurların temelinde, tevhide dayalı inanç sistemi ve bundan kaynaklanan insan, kainat ve hayat görüşü vardır.
2- Milleti Ayakta Tutan Maddi ve Manevi Unsurlar
Bir milleti ayakta tutan maddi ve manevi unsurlar vardır.
Maddi unsurlar coğrafya (toprak / vatan), nüfus, yeraltı ve yerüstü kaynakları, jeostratejik ve jeopolitik konum gibi varlıklardır.
Manevi unsurlar ise dinî ve ahlakî değerler başta olmak üzere, kaynağı yine din olan milli değerler, vatan, millet, bayrak sevgisi; millet ve devlet olma şuurudur.
Maddi unsurlar tehlikeye düştüğünde -manevi unsurlar diri olmak şartıyla- kurtarılabilir.
Ama manevi unsurlar zaafa uğratılıp yok edilirse ya da mahiyetleri bozulursa, o ülke ve millet bir daha ayağa kalkamaz; yok olur gider. Tarih bunun ibretli örnekleriyle doludur.
Manevi, yani itikadî, dinî ve ahlakî değerleri kaybetmenin uhrevî neticesi, ebedî felaket ve mahrumiyetle karşı karşıya kalmaktır. Dünyevî neticesi ise esaret, zillet ve hüsrandır.
O halde varlık ve kimliğimizin korunması demek; bizi biz yapan manevi, itikadî, dinî, ahlakî değerlerimizin korunması demektir.
Günümüzde yüce dinimiz, akaidimiz ve bütün mukaddesatımız akıl almaz bir tahrif ile karşı karşıya kalmıştır. Tabiatıyla bu tahrif milli kimliğimizi, milli ve manevi değerlerimizi de temelinden sarsmakta, devleti ve milleti inkıraza doğru sürüklemektedir.
Yukarıdaki izahlarda da görüldüğü üzere dinî inanç / akaid, milleti millet yapan unsurların hepsinin temelidir.
Eğer dinî ve milli kimliğimizin temeli olan yüce dinimiz İslam'ın tevhid akidesi bozulur, tahrif edilir ve aslî hüviyet ve safiyetinden saptırılırsa, temeli çürüyen bir binanın çökmesi gibi, millet binası da çöker. Milleti oluşturan unsurlar yerle yeksan olur. Tarih bunun pek çok örneğiyle doludur.
3- Tarihten İbretlik İki Büyük Felaket
Tarih şahittir ki inancı bozulan milletlerin milli kimliği de kalmaz. Başlıkta geçen 'iki büyük felaket'le kastettiğimiz, Endülüs ve Abbasilerin sonunu getiren hadiselerdir.
İman ve İslam'ı doğru anlayamamak, doğru yaşayamamak yahut bunları hayata geçirmede za'fiyet göstermek, dostu ve düşmanı tanıyamamak, milli ve dinî kimliği kuşanamamak, ehl-i küfürle dost olmak, müslüman bireylerin sadece uhrevî hayatını tehlikeye atmaz; dünyevî planda da felaketle sonuçlanır.
Tarihte bunun en ibretlik misallerinden biri,1200'lü yıllarda Moğol istilası şeklinde gelen Bağdat faciasıdır. Endülüs ve Osmanlı'dan sonra en uzun ömürlü İslam Devleti olan Abbasîlerin, 550 yılın ardından yıkılmasının arkasında iktidar kavgaları kadar, hatta ondan da etkili bir şekilde, Ehl-i Sünnet inancından uzaklaşılması, bid'at fırkalarına mensup kişilerin kritik makamlarda görevlendirilmesi vardır. 'Sonun başlangıcı' olan bu gaflet dolu yılların ardından 1258'de Moğol Hükümdarı Hülagû, iki yüz bin kişilik bir orduyla Bağdat'ı işgal eder.
Halife Musta'sım, komutanlardan, ulema ve eşraftan oluşan büyük bir heyetle Hülagû'nun huzuruna çıkıp rica minnette bulunmaya karar verse de, fayda vermez; Hülagû hepsini birden katleder. Kaynaklarda Halifenin nasıl öldürüldüğüyle ilgili farklı rivayetler yer alsa da, bunlar içinde en yaygın olanı oğullarıyla birlikte keçeye sarılarak, Moğol atlarının ayakları altında ezilmek sûretiyle can verdiği yönündedir. Yedi gün süren talanda şehit edilen Müslüman sayısının ise iki yüz bin ila bir milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. Bu talandan Bağdat kütüphaneleri bile payını alır; öyle ki Dicle Nehri günlerce mürekkep renginde akar… Tarihteki en büyük iki kültür katliamından biri, işte bu Bağdat katliamıdır.
İkinci büyük felaket de Endülüs'te yaşanmıştır.
Tarık b. Ziyad'ın Cebel-i Tarık (Sebte) Boğazını geçerek fethettiği -bugün İspanya'ya ait olan- topraklarda kurulan koca Endülüs'ün 850 yıllık tarihini burada birkaç satırla anlatmak elbette ki imkansızdır. Ama bu büyük felaketin, oradaki müslümanların dini yaşamadaki kusurlarından, idarecilerin İslam'dan uzaklaşmalarından, iktidar hırslarından ve hıristiyan devletlerle işbirliği yapmalarından kaynaklandığında şüphe yoktur.
Endülüs'te özellikle Gırnata'nın düşüşü son derece acıklıdır.
Müslümanları bu topraklardan çıkarmadan banyo yapmamaya yemin ettiği için, tarihe 'bütün ömrü boyunca sadece iki kere banyo yapan kraliçe' olarak geçen Kastilya Kraliçesi İsabel'le Aragon Kralı Ferdinand, bu hedefe yönelik olarak tamamen siyasi bir evlilik yapmışlardı.
Onlar evlenerek güçlerini birleştirirlerken bizim cenahtakiler ise kardeşler arasında taht kavgaları yapmakla meşguldü…
Düşünebiliyor musunuz, Kraliçe İsabel'in Gırnata üzerine gönderdiği ordunun başında, 'Muhammed' adını taşıyan bir müslüman bulunuyordu!
Bu şahıs, halihazırdakinden bir önceki hükümdardı. Yeniden hükümdar olacağını sanıyordu; çünkü komutan olarak görevlendirildiğinde Kral ve Kraliçenin ona vaat ettikleri buydu. Ama kuşatma tamamlandığında kendisinden şehri teslim etmesi istendi; buna yanaşmayınca da üstüne yeni bir ordu gönderildi. Tam da şu ilahî ikazın tecellisi olarak:
'Ey iman edenler! Sakın Yahudi ve Hıristiyanları veli / dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileri / dostlarıdır…' (Maide: 51.)
Bu hadiseden sonra da katliam, tahribat, zorla din değiştirme vs. gibi olaylar yaşanmaya başladı. Halbuki Kral Ferdinand ve Kraliçe İsabella Gırnata'yı teslim alırken müslüman halka emanname vermişlerdi. Ama ona sadık kalmadılar. Halk, kılıç zoruyla hıristiyanlaştırılmaya çalışıldı. 'Vaftiz olmak'la 'İspanya'yı terk etmek' arasında tercihte bulunmak zorunda bırakıldı. Direnenler engizisyon mahkemelerinde yargılanarak diri diri yakılmak, derisi yüzülmek gibi akıl almaz işkencelere tabi tutuldu ki katledilen müslüman sayısının üç milyon civarında olduğu söylenmektedir. Sağ bırakılan müslümanlardan bir kısmı da gemilerle diğer İslam ülkelerine gönderildi.
Bugünkü Avrupa teknolojisinin beyni konumunda olan kütüphaneler Bağdat'ta olduğu gibi burada da büyük şenlikler eşliğinde yakılıp yıkıldı. Bu da tarihin kaydettiği ikinci büyük kültür katliamıdır.
Bunları kitabî birer bilgi olsun diye anlatmadık; bu iki büyük facia, sebep ve sonuçlarıyla mutlaka incelenmeli ve gerekli dersler çıkarılmalıdır. Çünkü tarih, birçok yönüyle tekerrür etmektedir. Günümüzde küçük birer zaaf gibi algılanıp basite alınan bazı tutum ve davranışlar, korkarız ki yakın bir gelecekte geri dönüşü ve telafisi imkansız felaketlerle neticelenebilir.
Biz burada yazımızın hacmi çerçevesinde, alınacak derslere bağlı olarak yapılması gerekenlere iki maddeyle işaret edelim:
- Ferdî planda herkes inancının -İslam'ın- kendisine yüklediği vazifeleri bihakkın yapmalı ve İslamî kimlik neyi icap ettiriyorsa onu kuşanmalıdır. İtikadı sağlam olan fertlerden oluşan bir millet zaten tabii olarak birlik bütünlük içinde olur.
- Fertleri ve toplumu istikamette tutacak olanlar, ilim ve istikamet sahibi olan Ehl-i Sünnet müntesibi alimlerdir. Bunlar gayet ayık bir vaziyette olmalıdır ki, millet de varlığını aslî hüviyetiyle idame ettirebilsin.
Bu hususta belki de en büyük vazife idarecilere düşmektedir. Buna yazımızın ilerleyen safhalarında temas edeceğiz.
Bu başlığı milletin bekasının şartını açıklayan şu ayet-i kerimenin mealiyle tamamlayalım:
'Kendilerinde olan (iyi hal)i değiştirmedikçe, şüphesiz ki Allah, bir kavme olan(nimetin)i değiştirmez…' (Ra'd: 11)
4- Dinî ve Milli Felaketlerin Önlenmesi Konusunda Tarihten Güzel Bir Misal
Tarihte felaket tabloları kadar, hayırlı, faydalı ve güzel örnekler de mevcuttur.
Şimdi aktaracağımız hadise, İmam Gazali'nin yaşamış olduğu Selçuklular dönemine aittir. Bid'at ve dalaletin zirve yaptığı, özellikle Ta'lîmiyye / Batınîlik denen sapkın bir yolun revaç bulduğu bu dönemde İmam Gazali önce uzlet hayatını tercih eder ve on bir yıl boyunca insanlardan uzaklaşarak tek başına yaşar. Bu on bir senenin sonunda kendi içinde bir muhasebe yapar ve uzlete son vermek gerektiği kanaatine varır. El- Münkız'da bu süreci şöyle anlatır:
'Kendime şöyle dedim: 'Halktan uzaklaşarak tek başına yaşamak sana ne kazandırıyor? Halbuki hastalık salgın halini almıştır. Onu tedavi edecek doktorlar da hastalanmıştır. Halk mahvolmanın eşiğindedir.'
Sonra kendime şöyle dedim: 'Bu karabulutu dağıtmaya ve bu karanlıkla mücadeleye sen ne zaman vakit ayıracaksın?! Zaman kargaşa zamanıdır, devir batılın egemen olduğu devirdir. Halkı saptıkları batıl yollardan doğru yola çağıracak olsan, kesinlikle herkes sana düşman kesilir. Onlara nasıl karşı koyabilir ve onlarla nasıl bir geçim sergileyebilirsin?! Böyle birşey ancak uygun bir zamanda ve dinine bağlı güçlü bir hükümdarın desteğiyle yapılabilir.'
Bir ara hakkı delil ile ortaya koymaya gücümün yetmemesini Allah ile aramda ruhsat yaparak halktan uzakta yaşadığım uzlet hayatına geri dönmeye karar verdim.
Derken yüce Allah zamanın hükümdarının vicdanını harekete geçirdi. Bunda dışarıdan hiçbir tahrikin müdahalesi söz konusu değildi. Hükümdar, söz konusu fitneye son vermem için derhal Nişabur'a gelmemi kesin bir surette emrediyordu. Gelen emir öylesine bağlayıcı idi ki, aykırı davranacak olsam mesele kırgınlığa kadar varacaktı.
Böylece ruhsat sebebimin zayıfladığını anladım. Tembellik, rahata düşkünlük, nefsi okşama ve halkın eziyetlerinden korunmam düşüncesi gibi sebeplerle halktan uzak yaşamam doğru değildi. İnsanları içinde bulundukları durumdan kurtarmanın zorluğunu, onlardan uzaklaşmak için kendime gerekçe yapamazdım…' [1]
Böylece Gazali, hükümdarın emrine uyarak Nişabur'a gelir ve İslam itikadına yönelik bu korkunç fitneyi dağıtmak için kendisine sunulan devlet desteğiyle var gücüyle çalışır.
Burada söz Gazali'den açılmışken, onun reddiye geleneğindeki yerine ve buna verdiği öneme de dikkat çekmek isteriz. Zira bu konunun önemi bugün bazı samimi Müslümanlarca da tam olarak anlaşılamamakta ve 'Biz kendi işimize bakalım, batıl fikirler nasıl olsa kendi kendine yok olup gidecektir; enerjimizi onlara harcamaya lüzum yok' şeklinde bir görüş seslendirilebilmektedir.
Felsefecilere yaptığı reddiyelerle bilinen Gazali, aynı şekilde bid'at fırkalarına da reddiyelerde bulunmuştur. Mesela Ta'lîmiyye / Batınîlik diye bilinen bid'at fırkasının yapmış olduğu tahrifat ve tahribata karşı beş önemli reddiye yazdığını El-Münkız'da, kitapların isimlerini de vererek anlatmaktadır. Ayrıntılı bilgi için oraya bakılabilir.[2]
Büyük Selçukluların ilmî sahadaki bu hizmetleri, en az İslam'ı korumak için yaptıkları gaza ve fütühatlar kadar mühim ve kıymetlidir.
Tarihin bu kesiti, müslüman Türk milletinin İslam'a hizmetinin bir şeref tablosu niteliğindedir. Nizamiye Medreseleri adıyla başlayan ve Ehl-i Sünnet yolunu esas alan bu medrese geleneği, Selçuklulardan sonra Osmanlının son yıllarına kadar devam etmiştir.
'Tarih tekerrürden ibarettir' sözünü doğrularcasına, İslam'ın tevhid inancını hedef alan bid'at ve tehlikeler, bugün daha vahim boyutlarda yaşanmaktadır. Dün olduğu gibi bugün de yapılması gereken, dinî ve milli kimliği koruma adına siyasi iradenin harekete geçmesi; dinî ve milli kimliği yerle yeksan edecek bid'at, fitne ve nifakın, tahrifat ve tahribatın durdurulmasıdır.
Bu meyanda siyasi iradenin başı Sayın Cumhurbaşkanımıza çok önemli bir çağrımız olacaktır.
5- Sayın Cumhurbaşkanımıza Çağrımız
Sayın Cumhurbaşkanımız,
Sizin dinî ve milli bünyenin korunması konusunda önemli tespit ve uyarılarınız olduğunu biliyoruz.
Mesela 21 Ekim 2017'de, İbn Haldun Üniversitesinde düzenlenen Uluslararası Medeniyet Şûrasının açılışında yaptığınız konuşmada aynen şunları söylemiştiniz:
'… Şu anda birçok insan çıktı, türedi, bu türedi tipler Sünneti ciddi manada tartışır hale geldiler. Bu tartışmaların özellikle ülkemizde yapılması bizler için ciddi manada üzüntü sebebidir.
Şunu açıkça söylemeliyim: Hoca olmak, ahkam kesmek yetkisini kimseye vermiyor. Dolayısıyla Sevgili Peygamberimizin Sünnetini tartışma yetkisini onlara vermiyor.
Bu tartışmaları açmak, bir neslin ifsadı anlamına gelir. Bu nesli ifsat etme hakkını kimse onlara vermemiştir. Kendileri böyle bir tarzın, siyasetin içine giremezler. Girerlerse bedelini ağır öderler. Biz bir medeniyet mücadelesi içerisindeyiz.'
Sayın Cumhurbaşkanımız,
Hadis inkarcılarına karşı aldığınız bu tavır, dinî ve milli kimliği koruma adına ne kadar da önemliydi. Ne var ki bugün bu ifsad faaliyetleri Kuran'a saldırıya kadar varmıştır. Sünnet / hadis ise zaten dinde delil sayılmamakta, dışlanmaktadır. Gerçek İslam 'gelenek' adı altında küçümsenmekte; 'çağdaşlık', 'modernizm', 'tarihselcilik' hastalığıyla malul yeni bir din tarif edilmeye kalkışılmaktadır.
2017'de Kutlu Doğum Haftasında, İslam dünyasındaki sorunların, eksiklerin ve yanlışların anlatıldığı bir toplantıda söylediğiniz şu sözlerle ise, kaybettiğimiz şeyin 'Peygamberimizin rehberliği' olduğunu büyük bir isabetle ifade etmiştiniz:
'… Türkçemizde güzel bir söz vardır: Yitik kaybedildiği yerde aranır. İslam dünyası Peygamber Efendimizin rehberliğini yaptığı yolu nerede kaybettiyse orada aramak ve bulmak zorundadır.'
Ve 18 - 19 Ağustos 2015'te, İl Müftüleri Toplantısındaki konuşmanızda geçen şu cümleler de, tehlikenin nereden geldiğini gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
'Besleyip büyüttükleri Müslüman görünümlü misyonerleriyle, ihanet şebekeleriyle üzerimize gelecekler. Sadece Lawrenslerle değil, Abdullah ibn Sebelerle, Hasan Sabbahlarla, Müseylemetü'l Kezzablarla üzerimize gelecekler, bunu biliyorum.'
Dış kaynaklı olup, çeşitli kanallarla içimize de nüfuz etmiş bulunan oryantalist zihniyet, bu cümlelerinizle mutabık olarak, ülkemizde yaşanan sözünü ettiğimiz manevi tahribatın merkez adresi konumundadır.
Milletle beraber devleti de inkıraza sevk eden ve sizin 'ihanet şebekesi' diye tarif ettiğiniz yapılanmalar eliyle sürdürülen tahrifat ve tahribatlar mutlaka önlenmelidir. Bu büyük tehlike Gazali'nin de tespit ettiği gibi devlet müdahalesi olmadan önlenemez. Bu büyük görev ise milletin velisi, devletin başı olarak size düşmektedir.
Sizin, 'Rabia' işaretiyle sembolleştirdiğiniz bir hassasiyetle hep 'tek millet, tek devlet, tek bayrak ve tek vatan' vurgusu yaptığınızı biliyoruz.
'Millet' kavramının temelde iman ve akaid değerlerimizle bütünleştiği, bu değerlerin milletin harcını teşkil ettiği malumunuzdur.
'Devlet' ise zaten milletin teşkilatlanmış şeklidir.
'Bayrak', dinî ve milli bütünlüğün en anlamlı sembolüdür. Ondaki hilal tevhidi, yıldız Hz. Peygamber'i (s.a.v.) kırmızılık da kelime-yi şehadeti ayakta tutmak için feda edilen canları ve o canların kanlarını temsil etmektedir.
'Vatan' da dinî inancın, manevi ve milli değerlerin hayat bulduğu toprak parçasıdır. Şairin 'Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır' mısraı bu sentezi çok güzel ifade etmektedir.
Ezcümle yüce dinimiz İslam'ın, İslam akaidinin korunması; milletin, milli kimliğin ve bütünlüğün korunması anlamına gelmektedir.
Hatta şunu çok rahat söyleyebiliriz ki, 'milli bekanın korunması' asıl budur. Bu unsurların tehlikeye düşmesi de 'milli beka sorunu'nun ta kendisidir.
Sayın Cumhurbaşkanımız,
Günümüzde fitne, fesat, nifak ve tahribat, Gazali dönemindekinden kat be kat fazla ve tehlikelidir.
Çare adına kanaatimizce önce Kitap ve Sünnet ölçülerine samimiyetle bağlı, sahasında ehliyetli alimlerden teşekkül edecek bir heyet ile bu tahribat ve tahrifatın ulaştığı boyutlar tespit edilmelidir. Hamd olsun, bu keyfiyette alimlerimiz vardır.
Geçtiğimiz hafta içinde, 2 Aralık 2022'de, Necip Fazıl Ödül Töreninde yaptığınız konuşmada Üstad'ın görüşlerini seslendirirken 'ehl-i sünnet inancına' ve 'tasavvufî geleneğe' de vurgu yapmanız, fitne ve nifakın sonlandırılmasında adeta çözüm yolunun en kısa yoldan beyanı olmuştur.
İşaret ettiğiniz 'ehl-i sünnet inancı' doğrultusunda yapılacak tespitlerden sonra ikinci aşamada da bir furya haline gelen bu tahrifatların önünü kesmek için gerekli idarî, hukukî ve ilmî tedbirler ivedilikle alınmalıdır.
Halkın içinde olan ve kamuoyunun nabzını yakından tutan biri olarak diyorum ki, bu millet dinî ve milli kimliğine yönelik bu büyük tehdidi bertaraf etmek üzere bu tarihî ve büyük vazifeyi sizden beklemektedir. Aynı şekilde biz de bekliyoruz.
[1] İmam Gazali, el- Münkızü mine'd- Dalal, Tercüme ve Dipnotlar: Osman Arpaçukuru, Beyan Yayınları, İstanbul, 2017, s. 195 – 197.
[2] A.g.e., s. 57 – 58.