Hatırlanacağı üzere geçen hafta yayınlanan “Mescid-i Aksâ’nın Statüsünü İslâm Belirler” başlıklı yazımızda Kudüs’ün ve Mescid-i Aksâ’nın “tevhidin merkezi” konumunda bir İslâm toprağı olduğuna, bu topraklarda peygamberler öncülüğünde verilen tevhid mücadelesine vurgu yapmıştık. Bu yazımızda bu konunun devamı ve tamamlayıcı unsuru mahiyetinde Kudüs ve Mescid-i Aksâ’nın siyasî ve hukukî yönden statüsünü ele alacağız.
Hatırlanacağı üzere geçen hafta yayınlanan 'Mescid-i Aksa'nın Statüsünü İslam Belirler' başlıklı yazımızda Kudüs'ün ve Mescid-i Aksa'nın 'tevhidin merkezi' konumunda bir İslam toprağı olduğuna, bu topraklarda peygamberler öncülüğünde verilen tevhid mücadelesine vurgu yapmıştık. Bu yazımızda bu konunun devamı ve tamamlayıcı unsuru mahiyetinde Kudüs ve Mescid-i Aksa'nın siyasî ve hukukî yönden statüsünü ele alacağız.
I- PEYGAMBER EFENDİMİZDEN (s.a.v.) SONRA KUDÜS VE MESCİD-İ AKSÂ
Kudüs ve Mescid-i Aksa'nın kadim geçmişi, müstakil bir eser mahiyetinde incelemeye değer bir konudur. Bunu işin ehli olan araştırmacılara havale ederek konumuzla ilgili olarak Kudüs'ün fethini ve şehri teslim alan Halife Hz. Ömer'in (r.a.) oradaki Hıristiyan halka verdiği emannameyi gündem edelim.
1- Kudüs'ün Fethi
Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa'yı içinde bulunduran Kudüs, hicrî 16 veya 17. yıllarda (m. 638'de) fethedilmiştir.
Hz. Ömer (r.a.) döneminde, sahabi komutan Ebû Ubeyde b. Cerrah, hicrî 15 (m. 636) yılında Şam'ı fethettikten sonra, o zamanki adı İliya olan Kudüs halkına bir mektup yazar. Onlara İslam'a girmelerini, bunu kabul etmezlerse hak ve hürriyetlerini ve güvenliklerini koruma bedeli olarak cizye ödemelerini, şayet bunu da kabul etmiyorlarsa savaşmaya razı olmalarını bildirir. İliya / Kudüs halkı bu tekliflerden üçüncüsü olan Müslümanlara karşı savaşmayı tercih ederler.
Hicrî 15'te gerçekleşen Yermük Savaşında zafer kazanan Müslümanlar, Halife Hz. Ömer'in emriyle Filistin'in fethi için Beytü'l Makdis'e (Mescid-i Aksa'ya) yönelirler. Şehri kuşatan Said b. Zeyd, İliya / Kudüs halkından sulh ister. Halk kabul etmeyince şehir 4 ay boyunca kuşatma altında tutulur. Zamanla bunalan halk güvence ister ve şehri ancak bir emanname karşılığında Müslümanların halifesi Hz. Ömer'e teslim edeceklerini beyan ederler.
Komutan Hz. Ebû Ubeyde, Hz. Ömer'e bir mektup yazarak Kudüs halkının taleplerini bildirir. Hz. Ömer (r.a.) bu talebi kabul eder ve Kudüs'e hareket eder. Şehri sulh yoluyla teslim alır, Ebû Ubeyde gözetiminde şehrin patriği Sofranyus'a emanname verir.
Özetle anlatılan bu hadisede İslam ordusunun Kudüs'ü 4 ay gibi uzun bir müddet kuşatma altında tutarak, kan dökülmeden şehrin teslim olmasını beklemesine özellikle dikkat çekmek isteriz. Zira İslam'da, savaş hukukuna bile engin bir merhamet, masum ve mazlumları koruma hassasiyeti hakimdir. Yine bu sebeple İslam'da 'meskûn mahal savaşı' yoktur, şehirden uzakta 'meydan muharebesi' vardır.
Şimdi bir bakalım: Bir tarafta İslam'ın bu hassasiyeti, öbür tarafta Gazze'de Yahudilerin öldürdüğü binlerce kadın ve çocuk; bombalanan hastanelerde şehit olan doktor ve hastalar… Dünyanın İslam'ın hakimiyetine ne kadar muhtaç olduğunu sadece şu basit mukayeseden anlamak mümkündür.
İşte 4 aylık kuşatmanın ardından Hz. Ömer'in (r.a.) şehir halkına verdiği bu emanname, Kudüs ve Mescid-i Aksa'nın statüsünün temel kriterlerini teşkil eder.
Bu emannameye biraz daha yakından bakalım.
2- Hz. Ömer'in (r.a.) Kudüs Halkına Verdiği Emannamenin Muhtevası
Hz. Ömer'in (r.a.) Kudüs halkına verdiği emanname, yazılı bir emniyet ve selamet taahhüdüdür. Bu emanname ile Kudüs'teki Hıristiyanların malları, canları, namusları, inanç, ibadet, mal mülk edinme ve bunlar üzerinde tasarrufta bulunma hürriyetleri, cizye karşılığında garanti altına alınmıştır.
Bu emanname aynı zamanda Kur'an'da beyan edilen 'Dinde zorlama yoktur' (Bakara: 256) prensibinin de bir uygulaması mahiyetindedir.
Emannamede dikkat çeken hususları şöyle sıralayabiliriz:
- Kudüs halkına her türlü güvence ve mülkiyet edinme hürriyetini vermek,
- Hıristiyan olarak kalmak isteyenlere cizye ödemeleri karşılığında din hürriyeti tanımak,
- İkamet ve hareket hürriyeti tanımak,
- Yahudilerin şehirde iskanına izin vermemek.
Yahudilerle ilgili bu farklı uygulamaya dair şunu söyleyebiliriz:
Yahudiler öteden beri nerede ikamet etmişlerse orada fitne, kargaşa, karışıklık ve çatışma çıkarmışlardır. Emannameye böyle bir madde eklenmesinin sebebi Kudüs'ün huzur ve sükûnunu korumaktır.
Yahudilerin bu özellikleri diğer milletler tarafından o kadar iyi bilinmektedir ki, mesela Doğu Roma (Bizans) İmparatoru Heraklius, Pers (İran) işgali döneminde, Perslerle işbirliği yaptıkları için Yahudilerin Kudüs'e girmelerini yasaklayan kısıtlamalar getirmişti. Geçmişteki bu uygulamaya dayanarak Yahudilerin Hıristiyanlara misilleme yapma ihtimallerini göz önünde bulundurarak, bir fitne fesadı önleme adına Hz. Ömer'in (r.a.) emannameye bu maddeyi de koyduğu anlaşılmaktadır.
Bu emannameden sonra Kudüs halkı asırlarca sulh ve sükûn içinde yaşamış, şehir adeta emniyet ve barış yurdu hüviyetinde var olagelmiştir. Tarih boyunca İslam'ın hakim olduğu her yerde olduğu gibi…
II- SELAHADDİN EYYUBİ'NİN HAÇLI İŞGALİNDEKİ KUDÜS VE MESCİD-İ AKSÂ'YI KURTARMASI
Kudüs'ün ve Mescid-i Aksa'nın statüsünde, şehrin haçlı işgaline uğraması ve S. Eyyubi tarafından kurtarılması da belirleyici olmuştur.
Yukarıda ifade edildiği gibi, Yahudilerden gelecek hamleye dair bütün tedbirler alınmış ve fakat emniyet, selamet ve güven şehri Kudüs'ün bu atmosferine zarar veren teşebbüsler bu defa da ne yazık ki Hıristiyanlardan gelmiştir.
1099 yılında, 1. Haçlı Seferi sırasında Haçlılar Kudüs'ü ele geçirmişler ve sadece Mescid-i Aksa'yı tahrip etmekle kalmayıp, adını da 'Süleyman Mabedi' olarak değiştirmişler, ilerleyen zamanlarda da Krallık Sarayı ve At Ahırı olarak kullanmışlardır.
Haçlılar Kudüs'teki Müslüman ve Yahudileri kılıçtan geçirip Kubbetü's-Sahra'yı da kiliseye çevirmişlerdir. Öldürdükleri Müslüman sayısının 70 bin civarı olduğu tahmin edilmektedir.
88 yıl süren bu işgal döneminden sonra Selahaddin Eyyubi 1187 tarihinde Kudüs'ü tekrar fethetmiş, şehirde Hz. Ömer'in emannamesi istikametinde yeniden barış ve emniyet tesis etmiştir. S. Eyyubi, Hz. Peygamberin (s.a.v.) emir ve tavsiye ettiği temel prensiplere sadık kalarak intikam peşinde olmamış, insanların huzur ve saadetini temin edecek hukukî alt yapıyı temin ve tesis etmekle iktifa etmiştir. Hatta kendisine bu kadar Müslümanın katledilmesinden sonra intikam için Hıristiyanların Kıyamet Kilisesinin yıkılmasını teklif edenlere hayır demiş, böylece Hz. Ömer'in emannamesini yaşatmak, ona sadık kalmak iradesini göstermiştir.
Dahası Hıristiyanlar, kendi aralarında çıkan ihtilaflar sonucu, Kıyamet Kilisesinin anahtarlarını, ahitlerine sadık olmaları ve güven vermeleri dolayısıyla Müslümanlara vermek istemişler ve Ehl-i Beyt'ten olan Cudeh ailesine teslim etmişlerdir. Bu anahtar bugün hala bu ailenin elindedir.
Bu durum, Kudüs'te ev sahibinin Müslümanlar olduğunu, Hıristiyanların bile emniyet ve selameti Müslümanların yönetiminde bulduğunu göstermektedir. Ve sadece bu hadise bile Kudüs'ün statüsünde İslam hakimiyetinin esas olduğunu ispat etmeye kafidir.
Kudüs ve Mescid-i Aksa'nın statüsünü daha iyi anlamak için son şeklini Osmanlı döneminde alan statükoyu da gündem etmek yerinde olacaktır.
III- KUDÜS VE MESCİD-İ AKSÂ'DA OSMANLI STATÜKOSU
1- Kudüs ve Mescid-i Aksa'da Genelde Osmanlı Statükosu[1]
Hz. Ömer'in (r.a.) şehri fethiyle başlayan süreçte Kudüs'teki statüko Osmanlı Devleti dönemindeki düzenlemelerle son şeklini almıştır.
İsrail'in, Osmanlının tarih sahnesinden silinmesinden sonra da devam eden bu düzenlemeyi bozucu mahiyetteki gayretleri hukukî değildir; fesat ve karışıklık çıkarmaya yöneliktir.
Sultan Abdülmecid'in 1852'de yayınladığı fermanla Mescid-i Aksa'nın durumuna dair yaptığı düzenleme, uluslararası planda da kabul görmüştür.
Ne hazindir ki sonradan bölgeye gelen mülteci konumundaki Yahudiler, İsrail'in devletleşmesinden sonra bu statükoyu değiştirmek, bozmak veya ortadan kaldırmak için çeşitli hile, entrika ve oyunlara ve hukuk dışı yollara başvurmuşlardır.
Bugün, tarih boyunca şekillenmiş ve dünyaca da kabul edilmiş Mescid-i Aksa statüsünün üzerinde birtakım tartışmalar çıkması, sırf İsrail'in ve özellikle fanatik Yahudilerin hak, hukuk ve kanun dinlemez aşırı hareketlerinden kaynaklanmaktadır ki bu yaklaşımın ne siyasî ne de hukukî manada bir meşruiyeti olamaz.
İsrail'in ne geçmişe dayalı ne de son dönemlerle ilgili, Mescid-i Aksa üzerinde hak iddia edebilecek siyasî, hukukî, dinî hiçbir gerekçesi yoktur. Bu aşırılık ve saldırganlık tamamen keyfi olup gasb ve işgal manasına gelmektedir. Bugünlerde yaşanmakta olan Gazze faciası, bu gasb ve işgal zihniyetinin nasıl bir gözüdönmüşlüğe dönüştüğünü göstermektedir.
2- Sultan II. Abdülhamid'in Filistin ve Mescid-i Aksa Konusundaki Hassasiyet ve Gayretleri
Mescid-i Aksa'nın Osmanlı Döneminden gelen statükosunu değerlendirirken Sultan II. Abdülhamid Han'a ayrı bir başlık ayırmak gerekli ve zaruridir. Zira II. Abdülhamid, Filistin meselesine ve Mescid-i Aksa'nın statüsüne çok büyük hassasiyetle yaklaşmış, bu hususta elinden gelen bütün gayreti göstermiştir. Yahudilerin Filistin'de yerleşip devlet kurma gayretleri Abdülhamid döneminde çok yoğunlaşmış, ama o, kendisine bu yönde gelen teklifleri kesin bir dille reddetmiştir.
Şu satırlar onun bu tavrını gösteren bir örnektir:
'Yahudilerin, Filistin'e yönelik yerleşme, yurt ve bağımsız ülke kurma operasyonları Temmuz 1882'lerde resmen başlamıştır. Önceleri Batılı Yahudi zenginlerin Filistin'den para ile Yahudiler için Osmanlı'dan toprak satın alma girişimleri ile başlayan bu operasyonlar, Siyonizm'in lideri Theodor Herzl'in 1896-1902 yılları arası tam beş defa İstanbul'u ziyaret ederek amacına ulaşmak için yaptığı girişimlerle yeni bir boyut kazanmıştı. II. Abdülhamid Theodor Herzl'in her teklifini -vaat ettiği para ve medya desteğine rağmen- kesin bir dille reddetmiş, padişah, arkadaşı Newlinski aracılığı ile Theodor Herzl'e şu ültimatomu göndermişti:
'Eğer Bay Herzl, senin arkadaşın ise ona söyle, bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan, tekrar kanlarımızla örteriz. Benim, Suriye ve Filistin alaylarımın askerleri birer birer Plevne'de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi bile geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Devlet-i Aliyye bana ait değil, Türk milletinindir. Ben onun hiç bir parçasını veremem. Bırakalım Museviler milyonlarını saklasınlar; benim imparatorluğum parçalandığı zaman Filistin'i karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz parçalanarak, bu ülke taksim edilebilir. Ben, canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına asla müsaade edemem.' [2]
Sultan II. Abdülhamid'e ait bu ifadeler, onun Filistin topraklarına ne kadar ehemmiyet verdiğini ve bu tutumundan asla taviz vermeyeceğini gösterdiği gibi, aynı zamanda Filistin toprakları, dolayısıyla Kudüs ve Mescid-i Aksa için de bir teminat hüviyetindedir.
Onun, bu hassasiyetinin gereği olarak aldığı tedbirlerden bir kısmı şunlardır:
- Filistin Bölgesinde Yahudilerin arazi alışını yasaklaması,
- Ekim 1882'de, kendilerince mukaddes saydıkları yerleri ziyaret gerekçesi dışında Musevilerin Filistin'e girmesini yasaklaması,
- 1867'de arazi kanunnamesi çıkartılması,
- 5 Mart 1883'te yabancı Yahudilerin taşınmaz mal almalarının yasaklanması (Osmanlı vatandaşı olan Yahudilere yasak getirilmemiştir)
- 1892'de arazi satışı konusunda yeni tedbirler getirilmesi. (Ki padişahın özel izninin şart koşulması da bu tedbirler arasındadır. Bu tedbir doğrultusunda Filistinlilerden toprağını satmak zorunda kalanların topraklarını 'Hazine-i Hassa' adına kendisi satın almıştır.)
Görüldüğü üzere Sultan II. Abdülhamid Filistin konusunda elinden gelen hukukî ve idarî bütün tedbirleri almış, meseleye gereken hassasiyeti göstermiştir. Onun bu hassasiyetine rağmen Filistin'de Yahudilere toprak nasıl satılmıştır, bu ayrı bir yazı konusu olup bu yazının hacmini aşmaktadır. Şu kadarını söyleyelim ki bu konuda 1917 ile 1947 arasında Filistin'e hakim olan İngiliz mandasının oldubittileri, hileleri, vergi politikaları, Yahudileri korumaya yönelik her türlü idari tasarrufları ve dünyanın çeşitli yerlerinde oturan Yahudileri Filistin'e göç ettiren politikaları söz konusudur ki bunu inşallah ayrı bir yazıda ele alacağız.
Toparlamak gerekirse, Kudüs ve Mescid-i Aksa'nın statüsü tarihten beri gelen ve Osmanlı Döneminde son şeklini alan bir statüko ile belirlenmiş ve tescil edilmiştir. Buna göre İsrail'in haksızlığı ve kanunsuzluğu esas alan yaklaşım ve oldubittileri asla kabul edilemez ve bunlara meşruiyet addedilemez.
Gelecek yazımızda Mescid-i Aksa'nın siyasî ve hukukî yönden statüsünü İsrail'in keyfî ve hukuksuz davranışlarını dikkate alarak değerlendirmeye devam edeceğiz.
[1] Bu bölümün hazırlanmasında şu yazıdan istifade edilmiştir:
'Mescid-i Aksa'nın Osmanlı Döneminde Belirlenen Statükosu Hala Geçerli mi?' Abdurrauf Arnavut, 29.04.2022
[2] Filistin'i Kim Sattı?