UZUN zamandır görüşemediğim ama kendisiyle vaktiyle epeyce keyifli yârenlikler yaptığım arkadaşım ısrarla dâvet ediyordu İstanbul yakınında yaşadığı şehre. Gittim. Yeniden muhabbet ocağını harladık.
Hatıralarımızı elekten geçirir gibi özenli bir dikkat ile tek tek dile getirdik. Kiminde sevinç kalbimizin çeperlerini zorladı kiminde de hüznün derin derelerinde dudaklarımızı çatlatırcasına susuz bıraktı.
Öylesi de vardı böylesi de…
Neyi fark ettim biliyor musunuz? İkimizin de artık daha kolay ağlayabilir oluşu.
Bir ucu sararmış fotoğraflara bakarken bazılarında gözyaşlarımız yanağımızda kendisine yer beğeniyorken kimilerinde de çocuksu heyecanlara kapılarak kafamızdan sanki ateş çıkıyordu.
Nice zaman sonra duvarda çerçevelenmiş ve üzerine özenle tülbent yerleştirilmiş büyük bir fotoğraf dikkatimi çekti. Meraklanıp sordum: “Kim bu, deden mi yoksa?”
“Evet” dedi, “O benim kibrit dedem.”
…
KİBRİTTEN dede mi olur hiç?
Eski hallerine bürünüp benimle maytap geçtiğini düşünerek “Tabi benim de dedemin adı ‘Çakmağı Çak’ idi zaten” dedim. Fakat ciddiydi. Dedesi böyle ünlenirmiş. Kendisi bile gerçek adını bilmiyormuş.
Tanışmak isteyip istemediğimi sorduğunda heyecanla “Çok isterim” dedim. “Düş peşime” diyerek kendisini takip etmemi istedi. İki sokak üstte içinde epeyce meyve ağacı ve kavakların bulunduğu geniş bahçeli kerpiç duvarlı eski bir eve götürdü.
Yaşlı ve sevimli bir kişi bir ağaç tomruğuna minderini atmış elinde çakısıyla bir tahta parçasını soyuyordu.
Selamladık. Birkaç giriş ve ortamı yumuşatma kelamından sonra merakla elindekinin ne olduğunu sordum. “Kibrit yapıyorum evlat” dedi.
İnanamadım tabi. Arkadaşım “Gördün mü bak” dercesine suratıma abanmış tüm dişlerini sevimlilikle göstererek sırıtıyordu. Dedesinin az işitmesinden istifade ederek “Kibrit konferansına hazır ol” dedi.
…
“GENİŞ yapraklı ağaçların en sert ağaçlar” olduğunu söyleyerek söze peşrev çekti. Bunlar mobilya yapımında, el aletlerinde ve neredeyse başka her şeyde kullanılabilirmiş. En yumuşak ağaçlar arasında ıhlamur öndeymiş. Sadece oymacılıkta kullanılırmış. İyi yapışan bir malzemeymiş ama yumuşak olduğundan çivi ve vida tutuşu açısından kötüymüş. Armut, kiraz gibi meyve ağaçları da sert olduğundan kaplamacılıkta ve mobilyacılıkta kullanılırmış. Zeytin, bol yağlı ve tok yapısı nedeniyle kap kacak, kaşık yapımına uygunmuş. Meşe, ak ve kızıl olarak ikiye ayrılırmış. Ak meşe odun olurmuş kokusu iyi ve özü yokmuş. Kızıl meşe ise özlü, bol çatlayan ama sağlam bir ağaçmış. Kestane esnek bir yapıya sahip bulunduğundan teknelerde kullanılırmış. Dahası kara suyu varmış ve bu su sayesinde tuzlu suda bile çürümezmiş. Gürgen çok sağlam ve ısıya karşı dirençliymiş. Meşe gibi gürgende ikiye ayrılırmış. Ak ve kara. Sandalye, fırın küreği ve kesme tahtası gibi eşyalar bundan yapılırmış.
Çınar ağacından da bahsetti ama onu pek hafızamda tutamadım maalesef. Sadece çok sağlam ve uzun ömürlü olduğunu hatırlıyorum. Ceviz de değerli bir oyma ağacıymış ve bilindiği gibi sandık ve kapı gibi üretimlerde kullanılıyormuş.
Daha neler anlattı neler… Ağaçların damarları, yapışma özellikleri, ağırlıkları, çivi tutuşları, yarılma mukavemetleri, renkleri gibi pek çok konu tüm ayrıntılarıyla dile geldi.
“Gelelim kavak ağacına” diyerek bir es verip derin nefes aldığında arkadaşım yüzüme dikkatle bakarak “Esas konuya daha yeni giriyor” dercesine bir göz kırptı. Dede bunu fark etti, kaçırmadı ve bağlantılı olarak tebessüm ederek “Hele girelim kibrit konusuna” dedi.
Başını yana çevirip kavak ağaçlarına bakarak “Kavak ağacı da kibrit yapımı için uygun, yumuşak ve esnek bir ağaçtır, şu an elimde olanda budur. Oyalanıp duruyorum kibritle” dedi.
…
SÖZ söze eklendi, muhabbet harlandı ve çaylar sürekli arka arkaya tazelenip durdu.
İlk giriş kısmı başta “Bu daha ne kadar sürecek böyle” duygusuna sürüklese de beni sonrasında alıştım hatta büyük bir keyif aldım.
Son yıllarda televizyonlarda ve sosyal mecralarda siyasi ve ayrıca gerçeklerden uzak, ayağı yere basmayan, şahısları yüceltmeye yönelik güya dini propagandaları veya yaşamdan ırak ütopik dini yorumları duymaktan o kadar çok ruhum sıkılmıştı ki bu sohbet bana düğün bayram gibi geldi.
Arkadaşıma ısrar ettiği için içimden binlerce teşekkür ettim.
Akşamın alacası yerini karanlığa bıraktığında elini öpüp müsaadesini istedik minnettarlıkla.
Sanki önceden tanırmış bir samimiyetle sıkıca kucaklayıp uğurladı.
Tam bahçe kapısına varmak üzereydik ki arkadan seslendi:
“İmanım. Kibrit gibi olma. Kibrit önce kendisini tutuşturup yakar sonra başka şeyleri…”
İrkildim tabi. Mesele buymuş demek ki…
Arkadaşıma neden sadece bu nasihat cümlesini bana hitap eder şekilde kurduğunu sorduğumda “Beni de hep bu şekilde yolcular” dedi.
Valla ben sevdim bu Kibrit Dede’yi.
Yarın nasipse başlayacağımız şu Ramazan günlerinde bari kendimizi kibrit gibi şirk, nifak, öfke, haset, fesat ve kıskançlıkla yakmayalım, olmaz mı?
Ya Selam.