Bir evvelki yazımızda gündem ettiğimiz Kariye Camiindeki vaziyet münasebetiyle ortaya çıkan manzarayı tahlil etmeye devam ediyoruz.
Bu yazımızda, Ayasofya’da, Kariye’de ve benzeri diğer bütün dinlerarası diyalog camilerinde; İslam akaid ve fıkhına ve hatta mevcut beşeri hukuka da ters düşülerek ihdas edilmeye çalışılan “ortak mabed” telakkisini tahlil edeceğiz.
1- Hıristiyanlarla Ortak Mabed Telakkisi
Beytullah’ın bir şubesi olarak, tevhidin hâkim olması gereken bir mekânda/ camide; Hıristiyanların teslis / üçlü tanrı telakkisini temsil eden şirk sembollerinin bulunması; o mekândaki “ibadeti yalnız bir olan Allah’a hasretmek” demek olan ihlası ortadan kaldırır. Bu hali tabii ve meşru kabul etmek ise açık bir akaid ihlalidir. Yani kişiyi küfür ve şirke sürükler.
Bu konuda daha önceki yazılarımızda da dikkat çektiğimiz şu iki ayet-i kerimeyi önemine binaen burada tekrar mealen hatırlatalım:
“Şüphesiz ki mescidler Allah’ındır; o halde (oralarda) Allah ile beraber hiç kimseye ibadet etmeyin!” (Cin: 18)
“Allah ile beraber başka bir tanrıya kulluk edip yalvarma! Sonra azap edilenlerden olursun!” (Şuarâ: 210)
Bazı kimseler “kitaplarda bu konuda açık bir fetva göremiyoruz” diyebilirler. Doğrudur. Zira 14 asır boyunca böyle bir fecaat ve garabet de görülmemiştir. Akla zarar bu uygulama, bir Vatikan projesi olan dinlerarası diyaloga istinat etmektedir.
“Bir camide bu tarz uygulamalara yer olabilir mi?” sorusu, bir “ictihad” konusu değildir. Çünkü mesele gayet açıktır: Tevhidin olduğu yerde şirk olamaz. İman ile küfür bir arada bulunamaz. Ayetin hükmü gereği “hak gelince batıl zail olur.” (İsrâ: 81)
Başka bir ayette de şöyle buyurulur:
“Hayır, biz hakkı batılın üzerine atarız da (o, onun) beynini parçalar. Bir de bakarsın (ki batıl) yok olup gitmiş…” (Enbiyâ: 18)
Bu ve benzeri ayetler, hak ve batıl arasındaki kesin ve kalın çizgiyi net olarak ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bunların birbirine karıştırılmasına asla müsaade edilemez.
Meseleyi daha iyi anlayabilmek için, şu akaid ölçüleri üzerinde dikkatle düşünelim:
Cenâb-ı Hakkın tecelligâhı olan kalpte, hem iman hem de şirk aynı anda bir arada bulunabilir mi?
Bulunamaz.
Bulunursa ne olur?
O kalpte iman değil, şirk olduğuna hükmedilir.
Ve kişinin tevbe edip kalp evinde yeniden tevhid ve ihlası hâkim kılması gerekir.
Peki, Allah’ın nazargâhı olan kalpte tevhid ve şirk bir arada olmuyor da, Allah’ın evi Beytullah’ın şubesi olan bir camide bu nasıl mümkün olabilir?
İkinci bir misal verelim:
Bir kimse boynuna haç kolyesi taksa, İslam’a göre bunun hükmü nedir?
Akaid kitaplarında, “elfaz-ı küfür” konuları çerçevesinde ifade edildiği gibi, bu küfür ve şirktir. Hatta kişi bunu şaka olsun diye yapsa bile hüküm böyledir.
Neden?
Çünkü imanla ilgili konularda bir şeyin ciddisi de ciddidir, şakası da ciddidir.
Tekrar soralım:
Bir Müslümanın boynuna haç kolyesi takması onu küfre sokuyor da, aynı küfür alametlerinin camide bulunması nasıl şirk olmuyor?
İmam Rabbanî, küfür alametlerinden sakınmamanın ne manaya geleceği hususunda şöyle der:
“İman, inanılması zorunlu olan bilgileri kalbin tasdik etmesi, yani inanması demektir. Bu tasdikin alameti, küfürden uzaklaşmak ve kâfirlikten sakınmaktır. Kâfirlikten sakınmak da, küfre mahsus şeylerden, mesela zünnar bağlamak gibi küfür alametlerini kullanmaktan sakınmak (…) demektir. Tasdik edip de, zaruret olmadığı halde, küfürden sakınmayan Müslüman mürted olur.” (Mektubat, 1. Cilt, 266. Mektup, 3. Cilt, 16. Mektup)
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, on dört asırlık İslam tarihi boyunca, akaidi böyle kökünden ihlal eden bir küfür uygulaması görülmemiştir! İşbu rivayet yeni çıktı nev’inden, bunu Hıristiyanlık küfrünü dünyaya hâkim kılmak isteyen Vatikan planlamış ve tezgâhlamıştır.
Ne var ki, Vatikan kendi muharref dini açısından inancının gereğini yapmaktadır. Dolayısıyla burada asıl kınanacak ve mesul tutulacak olanlar, dinlerarası diyalogu meşru kabul ederek camilerimize uygulamaya kalkanlardır.
Vatikan’ın Hıristiyanlığı tek dünya dini haline getirmek üzere devreye koyduğu “dinlerarası diyalog” ve Amerikalı Evangelistlerin ortaya attığı “Ilımlı İslam” projeleri, İslam’ın tevhid akidesini ortadan kaldırmaya, yani hükmen onu imhaya yöneliktir. Müslümanlar bu sinsi plan ve projeler karşısında çok uyanık ve hassas olmalıdırlar.
Evet, ısrarla vurguluyoruz:
Bu uygulama İslam akaidini temelinden dinamitler. Bunun hiçbir mazereti, hiçbir makul açıklaması olamaz.
Ne hazindir ki, d. diyalog ve Ilımlı İslam gibi dini tahrif cereyanlarına kapılanlar, bu hezeyanlara suni birtakım bahaneler uyduruyorlar.
Bu manada “UNESCO kültür mirası” başta olmak üzere, barış, uzlaşı, medeniyetler buluşması vs. bütün teraneler, ancak ve sadece küfür ve şirkin yaldızlı laflarla ambalajlanması demektir.
Bundan daha da vahimi, İslam’ı imha hayalleri kuran söz konusu batılı çevrelerin anaforuna kapılan bazı kimselerin, “Geliniz, burası ortak mabeddir” mantığı ile akıl almaz birtakım çağrılar yapmaları; Müslümanların namazıyla Hıristiyanların şirk ayinlerini aynı mekânda birleştirmeye çalışmalarıdır.
2- Bu Gidişe Engel Olunmazsa Ne Olur?
Peki, bu akla ziyan faaliyetlerin önü alınmazsa neler olur?
1- Tevhidle şirkin ortak mekânında iman, şirke bulaşıp zail olur.
2- Bu mekânlar birer “model” haline gelir ve hızla yaygınlaşır. Nitekim Trabzon’da, Amasya’da, İzmir’de ve Anadolu’nun başka birçok yerinde benzer uygulamaları görüyoruz.
3- Bu model (yani tevhidle şirkin ortak ibadet mekânı haline getirilen “dinlerarası diyalog camisi” modeli) ilk kıblemiz, tevhidin merkezi, işgal altındaki Mescid-i Aksâ’da da “çözüm” görüntüsü altında tatbike konabilir. “İslam dünyasının başı / ağabeyi” Türkiye’deki uygulamalar referans gösterilerek… Nitekim bunun ayak sesleri duyulmaya başlanmıştır ki, biz bu tehlikeye Ayasofya bağlamında yazdığımız geçmiş yazılarda dikkat çekmiş bulunuyoruz.[1]
4- Mescid-i Aksâ’dan sonra sıra Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Medine’deki mescidine, Mescid-i Nebeviye gelir. Bu defa da Mescid-i Aksâ referans gösterilmek suretiyle…
5- Ve sonunda bu model, İslam’ın tevhid hâkimiyetinin sembolü olan Allah’ın evi Kâbe’ye de taşınırsa hiç şaşırmayalım!
Bu ihtimaller asla bir felaket senaryosu değildir. Bilakis gelip kapımıza dayanmış, yakın birer tehlikedir. Nitekim dinlerarası diyalog, Ilımlı İslam, İbrahimî Dinler, Chrislam gibi fitne fesat projelerinin kat ettiği mesafe ortadadır. Hatırlanacak olursa bunları ve daha fazlasını “Küresel Küfür ve İşgal Projeleri” üst başlığını taşıyan serimizde uzun uzun izah etmiştik.
Mescid-i Nebi ve Kâbe için yapılan hesaplara dair siyasi altyapı, hazırlanma safhasındadır.
Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman vasıtasıyla Riyad’da Kâbe’nin 26,5 katı büyüklüğünde “tek dünya dininin tapınma merkezi” denebilecek “İbrahim Evi” adı verilen bir yapının inşa çalışmalarına başlandığı bilgisi medyada yer almaktadır.
Bu durumda İslam’ın en mukaddes mekânları Kâbe ve Mescid-i Nebevî’ye yönelik maddi ya da manevi saldırılar karşısında Suudi Arabistan’dan savunmaya yönelik bir hareket beklemek beyhudedir.
Zira koronavirüs bahane gösterilerek hac ve umreye sınırlama getirilen 2021’de, Riyad’da 732 bin kişinin katıldığı, organizasyon gereği VIP zina odalarının kurulup ahlaksızlığın kol gezdiği sözde “müzik” festivali; güzellik yarışmasına bu sene ilk defa aday gönderilmesi; yine bu sene ilk defa kadınlar için mayo defilesi yapılması; dünyanın ilk oyun şehri “Play Life” adlı dev bir eğlence merkezinin 2024’te Riyad’da kurulması gibi misaller, trajik bir şekilde önümüzdedir.
“İsrail’le normalleşme”, “Vatikan’la yakınlaşma”, Suudi Arabistan’ın yeni politik duruşu çerçevesindedir.
Keza ABD’li Evangelist bir grubun telkinleriyle Arabistan’da ilk defa bir “kilise” inşa edileceği de, haberlere yansımış durumdadır.
Manzaranın ne kadar vahim olduğu ortada değil mi?
Görüldüğü gibi gidişat, İslam’ın bütünüyle imhası yönündedir.
İslam’ın imhası demek, dünyada insanları doğru yola irşad edecek tek adresin yok olması demektir. Tabiatıyla kelimenin tam anlamıyla insanlığın felaketi demektir.
İşte bütün bu sebeplerle İslam akaidinin korunması hususunda her zamankinden daha hassas olmak zorundayız. Bu, kültür seviyesi ne olursa olsun, bütün Müslümanların üzerine terettüp eden, kaçınılamayacak bir vazifedir.
Ayasofya’da ve Kariye’de olduğu gibi hak - batıl karması uygulamalara müsaade edenler yahut buna engel olmayanlar, ahirette asla hesap veremezler. Allah muhafaza, helak olurlar. Çünkü bu, önce koca bir milletin -Müslüman Türk milletinin- sonra belki de bütün ümmetin tevhid inancının tahrif edilmesi demektir. Öte yandan bu işin sonunda Anadolu’da ne millet ne de devlet diye bir şey de kalmaz.
İki günlük dünya hayatı, milleti ve ümmeti böyle badirelere sürüklemeye değer mi?
Bu kadar basit bir muhasebe neden yapılamıyor?
İslam ortadadır. Allah’ın hükmü, Rasûlüllah’ın (s.a.v.) tebliğ ettiği halis din ortadadır. Allah Rasûlü bize bizzat kendi mübarek kelamıyla “gecesi de gündüzü gibi apaydınlık bir din” bırakmıştır. Takatimiz yettiğince bu dine uyup insanları da bu güzel yola, kurtuluşun, dünya ve ahiret mutluluğunun tek adresine davet etmek varken, onu aslî hüviyetinden uzaklaştırmanın, başkalaştırmanın tahrif etmenin makul bir izahı olabilir mi?
Olamaz.
O halde bahsi geçen bu hadiseler karşısında fert ve millet olarak mutlaka bir muhasebe yapılmalı ve bu büyük yanlışlardan dönülmelidir.
Allah bütün müminlere istikamet nasip eylesin.
[1] Örnek olarak şu yazıya bakılabilir:
“ORTAK MABED” FİTNESİ VE MESCİD-İ AKSÂ’YA UYGULANMAK İSTENEN “AYASOFYA MODELİ”