Hıristiyanlıktaki teslis / şirk telakkisinin ve buna bağlı olarak zuhur eden bütün sembollerin temelinde, Hz. İsa’nın (a.s.) ilahlaştırılması vardır. Bu yazımızda İslam’ın, bir peygamberin ilahlaştırılmasına nasıl yaklaştığını deliller ışığında anlattıktan sonra, küfür ve şirk karşısında Müslümanın tavrı nasıl olmalıdır; on dört asırlık İslam tarihi boyunca nasıl olmuştur, bunu da kısaca izaha çalışacağız.

1- Kuran-ı Kerim Hz. İsa’nın İlahlaştırılması Hakkında Ne Diyor?

Öncelikle Kuran’ın, Hz. İsa’nın (a.s.) Hıristiyanlarca istismar edilip ilahlaştırılmasına nasıl yaklaştığına bakalım:

“Allah, kıyamet günü şöyle diyecek: Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, Allah’ı bırakarak beni ve anamı iki ilâh edinin, dedin? İsa da şöyle diyecek: Seni bütün eksikliklerden uzak tutarım. Hakkım olmayan bir şeyi söylemem benim için söz konusu olamaz. Eğer ben onu söylemiş olsaydım, elbette sen bunu bilirdin. Sen benim içimde olanı bilirsin, ama ben sende olanı bilemem. Şüphesiz ki yalnızca sen gaybları hakkıyla bilensin. Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin (dedim.) Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit (ve örnek) idim. Ama beni içlerinden aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen, her şeye hakkıyla şahitsin.” (Mâide: 116 - 117.)

Cenâb-ı Hakk’ın, Hz. İsa’nın durumunu bildiği halde ona “Sen mi böyle emrettin?” diye sorması muhakkak ki birçok hikmete mebnidir. Burada şirkin ne büyük bir felaket olduğuna da güçlü bir işaret vardır. Hz. İsa’nın bu soruya cevabı tevhide ve ilme ne kadar uygun, nasıl da hikmetlidir.

Bu cevapta Hz. İsa (a.s.) bir kul, bir peygamber olarak kendi konumunu çok güzel ifade ettiği gibi, Allah’ın ulûhiyetinin incelik ve hikmetlerine de önemle vurgu yapıyor. Kendi masumiyetini anlatıyor, ama bunu yaparken Allah’ın şanına yakışır mahiyette cümleler kuruyor.  

Devamındaki, bütün peygamberlerin ortak hususiyetini dile getiren şu hüküm cümlesi çok önemlidir:

Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin (dedim.)

Kavmine gerekli tebliği yaptığını, ama urucundan (göğe yükselmesinden) sonra onlarla irtibatının kesildiğini, onlara müdahale edemediğini ve onların kendisinden sonra saptığını ifade ediyor.

Hz. İsa (a.s.), ulu’lazim bir peygamberdir; Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) ona “kardeşim” demiştir. O da kendisinden sonra Ahmet adında ahir zaman peygamberinin -bizim Peygamberimizin- geleceğini haber vermiştir.  Bunun delilleri tahrif edilmiş halleriyle bile mevcut İncillerde vardır.

Hz. İsa ve annesi Hz. Meryem’le ilgili sapma ve saptırmalar, Hz. İsa’dan sonra olmuştur. Tarihî vakıayı dikkate alarak şunu da belirtelim ki, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği tevhid dinine teslisi Yahudi kökenli Pavlus sokmuştur. Yani bugün karşımızdaki Hıristiyanlık denen muharref din anlayışının ve bu çerçevede “tanrı İsa” telakkisinin ihdas edicisi, Yahudi kökenli Aziz Pavlus’tur. Bunun altını önemle çiziyoruz.   

Neticede bugün ilahlaştırılan, kiliselerde tanrı diye tapınılan İsa, Allah’ın kulu ve Rasulü olan Hz. İsa (a.s.) değil, şirk unsuru bir puttur. O halde İsa - Meryem resimleri de, İslam açısından birer put hükmündedir. Bir Müslümanın böyle bir put anlayışına müsamahayla, masumiyet edasıyla bakması mümkün değildir ve tevhid akidesine aykırıdır. Böyle bir anlayışı normal görmek de şirktir, dolayısıyla tevhidi yani İslami manadaki imanı ortadan kaldırır.

2- Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Uygulaması ve Tarihî Süreç

İslam’ın ve Müslümanın şirke karşı duruşu ve şirk sembollerine karşı tavrı, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) uygulamasına endekslidir. O ne yaptı ise, ümmeti de aynısını yapmakla mükelleftir.

Şimdi bu meseleyi tefsirler ışığında işleyelim:

Celal Yıldırım Hocanın Tefsirinde “De ki: Hak geldi, bâtıl zail oldu. Çünkü gerçekten bâtıl yok olmaya mahkûmdur” ayet-i kerimesinin izahı sadedinde, başlıca şu malumat verilmektedir:

“Cenâb-ı Hakk bu ayetle, İslam’ın yükselip başarıya erişeceğini, bunun karşısında bâtılın giderilip yok edileceğini ilan ederken, şu çok önemli hususa müminlerin dikkatini çekiyor:

Doğru bulunmayınca eğri ortadan kalkmaz. Hak gelmeyince bâtıl gitmez.

Hakkın gelebilmesi, onu temsil edenlerin, Kuran’ın gölgesinde, ilahi hoşnutluk doğrultusunda, bâtılı ezecek bir kuvvet oluşturmalarıyla, maddi ve manevi silah, araç ve gereçleri bir araya getirip bütünleştirmeleriyle mümkündür.

Cihan Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz de Allah’tan aldığı bu talimat üzerine, önce Mekke’deki, sonra da çevresindeki ve Arap Yarımadasındaki putları ve onlara tapanları alaşağı edebilmek için, sözü edilen iki kuvveti bir araya getirip bütünleştirdi ve böylece, aldığı cihad emriyle yola çıktı. Neticesi ise bilindiği gibi son derece parlak olmuştur.”

Aynı tefsirde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Mekke’ye girişi de şöyle anlatılır:

“İbn Mes’ud (r.a.) diyor ki:

Mekke fethedildiği gün Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, mütevazı bir eda, mahviyetkâr bir tavır içinde şehre girdi. Kâbe’nin etrafında 360 kadar dikili put bulunuyordu. Elindeki bastonuyla onlara bir bir dokunup deviriverirken ‘Hak geldi, bâtıl yok oldu. Çünkü gerçekten bâtıl yok olmaya mahkûmdur’ mealindeki ayeti okuyordu. (Buhari, Tirmizi, Lübâbü’t- Te’vil)  

O bakımdan ilim adamları ayetteki ‘hak’ tabirini, ‘İslam’ ve ‘Kuran’ ile tefsir etmişlerdir. Şüphesiz ki bu yorum ilahi murada uygun olmuş, hakkı temsil eden İslam ve Kuran, sağlam iman sahiplerinin elinde ve dilinde yenilmez bir kudret olarak bâtılın beynini parçalamış ve dünyada bir eşine daha rastlanmayan bir inkılap yapmıştır. Cenâb-ı Hakk bu hususu en duyarlı bir anlatımla Enbiya Suresinde şöyle açıklamaktadır:

‘Hayır! Biz hakkı bâtılın üzerine fırlatırız da onun beynini parçalar; bir de bakarsın ki bâtıl yok oluvermiştir.’ (Enbiya: 18)” 

İslam tarihi boyunca fethedilen ülkelerde şirkin ortadan kaldırılması ve şirk sembolü putların izalesi için, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ümmeti gerekli duyarlılığı göstermiştir. Bu husus aynı tefsirde şöyle ifade edilir:

“İslam orduları, fethettikleri gayrimüslim ülkelerde Peygamber Efendimizin sünnetine uyarak, önce bâtıldan yana put ve benzerleri neler varsa onları ortadan kaldırıp yok ederler. Sonra da İslam esaslarını, din (İslam) kültürünü onlara öğretmek için camiler inşa ederler. Mevcut ilim yuvalarını Kuran’dan yana çevirip, gereken ıslahatı geciktirmeden yaparlar.” 

Şimdi yavaş yavaş günümüze doğru gelelim:

Ecdadımız, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) methiyesine mazhar olarak İstanbul’u fethetti. Fethin sembolü olarak Ayasofya’yı, ilerleyen zamanlarda da (1511’de, 2. Bayezid döneminde) öyle münasip gördüğü için Kariye Kilisesini camiye çevirdi.

Fetihten sonra Ayasofya, ilk Cuma namazını kılmak üzere üç gün içinde taşınır taşınmaz her türlü put ve sembolden temizlendi. Duvarlara kazınmış sembol ve resimler, görülmeyecek şekilde kireç ve alçıyla sıvandı, kapatıldı. Tahtadan bir de minare yapılarak Cuma namazına yetiştirildi.

Daha sonra Fatih bu mekânı Kâbe’nin şubesi hüviyetiyle, ebediyen tevhid ve ihlasa hizmet eden bir cami olarak kalması için, uzun bir vakıf senedi hazırlayarak vakfetti.

Ne var ki Ayasofya 1934’de müzeye çevrildi, 86 yıl müze olarak kaldı ve bu süre içinde duvar ve kubbelerindeki bütün kireç, alçı, sıva vs. malzeme kazınarak, kapatılan bütün şirk sembolleri yeniden ortaya çıkarıldı.

2020 yılında ise Danıştay 10. Dairesinin, Fatih’in vakıf senedini esas almak suretiyle verdiği kararla tekrar camiye çevrildi. Yani meriyetteki kanun da Ayasofya’nın cami olduğunu tescil etti.

Peki, şimdi sormak gerekmez mi?

Bu ülkenin egemenliği bize ait olduğu halde, neden kendi irademizle bu mübarek mekân içinde teslis sembollerinin varlığına müsaade ediyoruz? Bizi zorlayan bir güç mü var?

Sayın Cumhurbaşkanı 2020’de Ayasofya’yı açarken, milli egemenliğe vurgu yapan manifesto niteliğinde uzun bir konuşma yapmış; bu mekânı aslî hüviyeti olan camiye çevirdiğini bütün dünyaya ilan etmişti.

Şimdi ne oluyor da cami olduğu tarihî vesikayla, hukuki belgeyle, akaid ölçüleriyle tescil edilmiş bir mekânda, yeniden “müze”ymiş hatta “kilise”ymiş gibi tasarruflarda bulunulmasına müsaade ediliyor?

Burada İslam akaidinin ihlal edildiği açıktır. Keza bu uygulamalar meriyetteki hukuku da ihlal etmektedir.

Bu büyük çelişkinin, bu vahim yanlışın sorgulamasını yapmayacak mıyız?

Hem ülkemize saldıran işgal güçleriyle mücadele ortamında yazılan İstiklal Marşının şu mısralarını halen okuyup dururken:

Ruhumun senden ilahi, şudur ancak emeli

Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli!

Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,

Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,

Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım;

O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Akif bu mısraları yazarken, hayalini kurduğu günler geldiğinde mezarda olma ihtimalini bile kabullenmiş, şair ruhunun rikkatiyle şükür secdesini mezar taşına havale etmişti.

Ama biz kendi namımıza o ihtimali düşünmek istemiyoruz.

Ayasofya’nın, Kariye’nin ve dinlerarası diyalog mekânına dönüştürülerek harim-i ismetine halel getirilmiş diğer bütün camilerimizin, bir an evvel şirk unsurlarından temizlenmelerini; böylece içinde ihlas, huşu ve huzur ile secde edilebilecek nezafete erişmelerini bekliyoruz.

Müslüman Türk milletinin hâkimiyetinde olan topraklarda, bu isteğimiz yerine getirilmesi zor bir talep olmasa gerektir…

Fazla söze hacet yok… Vahim hallerini haftalardır gündemde tutmaya çalıştığımız Ayasofya ve Kariye camileri üzerinden, manevi ve milli kimliğimize mutlaka sahip çıkmalı, milli idealimize uygun hareket etmeli, mukaddesatımızı müstevli güçlerin ayakları altında çiğnetmemek için ne gerekiyorsa yapmalıyız. “Kuran’a vâris” olmanın da; bu millete ve bu ecdada layık olmanın da yolu budur.


 İlmin Işığında Asrın Kuran Tefsiri, Celâl Yıldırım, c. 7, s. 468 - 69.

 A.g.e., c. 7, s. 469.

 A.g.e., c. 7, s. 469.