“Neredeyse onlar sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için seni bile fitneye düşürecek ve o takdirde seni samimi bir dost edineceklerdi.” (İsrâ: 73)

Bir evvelki yazımızda “Ayasofya’nın Üst Katı Kilise midir?” diye sorarak ortaya koyduğumuz gerçekler, samimi Müslümanların canını fena halde sıkıp uykusunu kaçırırken; tahrifatı, dinden tavizi, dinde reformu meslek edinmiş bazı haddini bilmezleri de şımarık bir şekilde abuk sabuk, mesnetsiz yorumlara sevk etmiştir.  Bu kendini bilmezlerin, “zamanın şartları”nı ve “hâricî güçlerin telkinleri”ni “ilah” gibi gördüklerini yakinen biliyoruz. Hâlbuki hak ve hakikat de, vahiyle sabit olan mutlak gerçekler de, zamanın getirdiği birtakım gelişmelerle asla değiştirilemez. Ne çare ki bunu, bu şartlanmış kafalara anlatmak, deveye hendek atlatmaktan çok daha zordur.

Onlar anlamasalar da, samimi kardeşlerimiz onların telkin veya propagandalarından etkilenmesinler diye, İslam’ın sınırlarının hiçbir sebep ya da maksatla esnetilemeyeceğini; İsrâ: 73, 74 ve 75. ayetlerin nâzil olmasına sebep olan bir hadise, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şahsında yapılan ilahi bir ikaz ve tefsirlerin bu hadise ve akabinde inen ayetlere getirdiği izah eşliğinde anlatmaya çalışacağız.

Bu meselenin Ayasofya’yla olan ilgisine ise, yazının Sonuç bölümünde temas edeceğiz.

I- İLGİLİ AYETLERİN MEALİ VE İNİŞ SEBEBİ

Ayetler mealen şöyledir:

“Neredeyse onlar sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için seni bile fitneye düşürecek ve o takdirde seni samimi bir dost edineceklerdi.

Eğer sana sebat vermemiş olsaydık az da olsa onlara neredeyse meyledecektin.

Ve o takdirde sana hayatın da ölümün de (acısını) kat kat tattırırdık, sonra da kendine bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” (İsrâ: 73, 74, 75.)

Merhum Celal Yıldırım Hocanın “Asrın Kuran Tefsiri” adlı eserinde, bu ayetlerin nüzul sebebi hakkında verilen iki rivayetten biri şöyledir:

“İbn Abbas (r.a.) diyor ki: Sakif kabilesinden bir heyet Peygamber Efendimize (s.a.v.) gelerek dediler ki: ‘Bize üç değişik imtiyaz verdiğin takdirde sana beyat ederiz!’ Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “İstediğiniz üç imtiyaz nedir?” diye sorunca dediler ki:

‘Namazda rükû ve secdeler için eğilmeyeceğiz. Putlarımızı kendi ellerimizle kırmayacağız ve Lât adındaki büyük puttan -ona tapınmaksızın- bir yıl yararlanmamıza müsaade edeceksin.’

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onlara,

‘İçinde rükû ve secde bulunmayan bir dinde hayır yoktur. Putlarınızı ellerinizle kırmamanız mümkündür (başkasına kırdırabilirsiniz). Lât ve Uzza adındaki putlara gelince, onlardan yararlanmanıza elbette göz yumamayız.’ buyurdu.

Bu kesin cevap üzerine onlar şunu ilave ettiler:

‘Bizim isteğimiz şu ki, başkasına vermediğin imtiyazı bize verdiğini duyurmandır.’

Bunun üzerine Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) susup cevap vermedi. Derken 73, 74 ve 75. ayetler indi. (Lübâbü’t Te’vil, III / 173.)

Açıklama:

Peygamber Efendimizin, dinin esasını bozmayan bazı hususlarda az yumuşak davranması, iki sebebe dayanır:

Birincisi müşrikleri İslam’a ısındırıp küfrün iyice kökünü kazımak suretiyle Arap yarımadasında İslam devletinin, bir daha sarsılmamak, yıkılmamak üzere temelini atmak; ikincisi ise ilahi muradın böyle bir yumuşamaya ve dolayısıyla tavize uygun olmadığını, hiç kimsenin dini konularda kendi görüşü doğrultusunda tasarrufa yetkili bulunmadığını anlatmaktır…” [1]

İlahi muradın dinde en küçük bir tavize kapı açılmasına asla müsaade etmeyeceğini; buna az da olsa meyledenlerin nasıl bir tehditle karşı karşıya kaldığını haber veren o ayetleri bir kere daha hatırlayalım:

“Eğer sana sebat vermemiş olsaydık az da olsa onlara neredeyse meyledecektin. Ve o takdirde sana hayatın da ölümün de (acısını) kat kat tattırırdık, sonra da kendine bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” (İsrâ: 74-75)

II- “MÜMİNLERİ FİTNEYE DÜŞÜRMEK İSTEYENLER”

Tefsirde bu ilahi ikazın ve biz müminlere verilen dersin izahı şöyle yapılmaktadır:

“Müminleri Fitneye Düşürmek İsteyenler:

‘Neredeyse onlar sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için seni bile fitneye düşürecek ve o takdirde seni samimi bir dost edineceklerdi.’ (İsrâ: 73)

Her devirde böylesine eyyamcılar, başkalarını doğru yoldan alıkoymak için bir sürü entrikalar çevirenler bulunabilir. Onlardan bir kısmı hem dindar geçinmek ister hem de dini kendi arzu ve fasit mantıklarına uydurmaya çalışırlar. Bir kısmı ise doğru yolu bulamamış bazı aydın geçinenleri dine ısındırmak için, din adına birtakım tavizler vermekte sakınca görmezler. Hatta bunu daha da ileri götürüp, Kuran hükümlerini yanlış yorumlayacak kadar dinden uzaklaşırlar. Böylece bir münkiri veya münafığı dine ısındırayım derken kendileri dinden çıkıp dalalet çukuruna düşerler.

İslamiyet’i ana kurallarıyla bilmeyen, bugünkü olayları ve ortaya çıkan yeni yeni meseleleri dinin bütünlüğü içinde değerlendirmekten aciz olanlar, dini hükümleri değiştirmek ya da aslından uzaklaştırmak suretiyle birtakım çözümler getirirler ve gerekçe olarak da şunu ileri sürerler:

‘Efendim, günümüz şartlarına, gelişen sosyal yapının meydana getirdiği ortama uymak zorundayız. Başka türlü olmamız veya aksini düşünmemiz mümkün değildir. Zamanın değişmesiyle ahkâm da değişir. Bu, gelişen kültürün tabi neticesidir.’

Böylelerine İslam’ın verdiği cevap şudur:

… Son din (İslam), Allah’ın insanlığa en son seslenişi ve en kesin mesajıdır. O bakımdan İslamiyet insanlığın hayrına kurulmuş başlı başına bir sistemdir. Her yönüyle ilahidir. O, günün şartlarına uymaz, o şartları değiştirip kendine uydurur.

Zamanın değişmesiyle ahkâm değişmez. Ancak örf ve âdete bağlı olan hükümler, örf ve âdetlerin değişmesiyle değişebilir. İlahi naslar asla değişmez ve değiştirilmezler. Zira o zaman ortada ilahi sistem kalmaz, insanların mantığına ve arzularına göre beşerî bir din ortaya çıkar.

Mekkeli müşrikler de Peygamber Efendimizi bu hususta bir fitneye düşürmek amacıyla din adına taviz vermesini istediler. Yukarıdaki ayetler, yani 73, 74 ve 75. ayetler indirilerek bu kapı kapandı ve kıyamete kadar da kapalı kalması emredildi.

Din âlimi geçinen ve aslında dinin temel kaidelerinden habersiz olan kimselerin din adına konuşması, Kuran hükümlerini yoruma kalkışması, kendi kişisel görüşünü ortaya koyup, dini basit mantığına uydurmaya cesaret etmesi, şüphesiz ki din ve ilim adına işlenen büyük bir cinayettir. Kuran-ı Kerim bunlara Allah’ın şu emrini hatırlatmakta ve ölmeden önce hakka dönmelerini tavsiye etmektedir:

‘Ve o takdirde sana hayatın da ölümün de (acısını) kat kat tattırırdık, sonra da kendine bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.’ (İsrâ: 75)

Cenâb-ı Hak, müşriklerle Rasûlüllah (s.a.v.) arasında cereyan eden çok önemli bu olayı, müminleri aydınlatmak, her türlü şüphe ve tereddütleri gidermek için, ilahi hikmeti gereği programlayıp sahneye çıkarmış ve Peygamberine hitap etmek suretiyle, dinde taviz vermenin çok çirkin bir oyun, çok tehlikeli bir adım ve kapanması güç bir yara olduğuna dikkatleri çekmiştir. Aynı zamanda hitap özellik arz ederken, emir ve tavsiye genellik ifade etmektedir. Daha çok onun ümmeti bu konuda uyarılmakta ve din adına taviz vermemeleri tembih edilmektedir.

Böylece Cenâb-ı Hak, dinî hükümleri, emir ve nehiyleri, diğer bütün esas ve prensipleri -ilahi izin dışında- Peygamber de dâhil olmak üzere, değiştirme yetkisini ne ilim adamlarına, ne devlete, ne devlet adamlarına, ne şûraya, ne de bir kurula bırakmamıştır.

Din âlimlerinin görevi, İslam’ı ve onun kutsal kitabı Kuran’ı, indiği gibi korumak ve tebliğ etmektir. İrşad hizmetini bu çerçeve içinde sürdürmenin farz olduğunu bilmek; fert, aile ve toplumun akıl, zekâ ve kültür seviyelerine göre, bir tebliğ metodu uygulamak ise hizmetin planını oluşturur. Doğru yola eriştirmek ise onların yetkisi dışında kalır ve tamamıyla Allah’a aittir. O, dilediğini doğru yola iletir, dilediğini da sapıklığı içinde bocalar vaziyette bırakır.” [2]

SONUÇ

Merhum Celal Yıldırım Hocanın tefsirinde geçen bu izahlara ne eklenebilir ki?

Buradaki ölçüleri dikkate alanlar, -Ayasofya’da olduğu gibi- cami içinde kilise ihdas etmenin, tevhidle teslisi, hakla batılı birbirine karıştırmanın ne manaya geldiğini gayet rahat anlarlar ve bu manzara karşısında kendilerini nerede konumlandıracaklarını tespitte bir zorluk çekmezler.

Zira bütün cami ve mescidler Beytullah’ın bir şubesi, yani Allah’ın evi hükmündedir. İslam’da mescid hukuku bellidir; buralarda hâkim olması gereken prensip; tevhid ve ihlas ruhudur. Dahası cami ve mescidler, aslında her yerde hâkim olması gereken bu tevhid ve ihlas ruhunun zirve yaptığı, sembolleştiği mekânlardır.

Ayasofya’ya gelince:

İstanbul’un fethin nişanesi, Fatih’in emanet ve vakfiyesi bu yapı da, hukuk açısından en küçük bir şüphe ve şaibeye mahal bırakmaksızın camidir, mesciddir. Farklı maksatlar güderek Ayasofya’nın bu kimliğinden taviz vermek, açık bir hukuk ihlalidir. 

Keza burada farklı din mensuplarının ayin ve ritüellerine müsaade edilmesi ve dahası buna zemin hazırlanması, İslam’ın vahiy kaynaklı ilahi yapısını da ihlaldir. Bu yöndeki uygulamalar, İslam’ın mahiyetini değiştirir. Bu sebeple buna cevaz vermek yahut yaşananları normal karşılamak asla mümkün değildir. Böyle bir tutum, hem dünyada hem de ukbada felaket, musibet ve bedbahtlık getirir.

Bu gerçeği yukarıda tefsirden aktardığımız söz konusu ilahi ikazın sebebinden de anlamak mümkündür.

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Müslüman olup kurtulmalarını çok arzu ettiği koca bir kabilenin, iman etmek için koştukları şartlara bakarak, asla taviz sayılmayacak küçük bir duraksaması karşısında ilahi tehdit ve ikaz bu şekilde sert olursa; dinlerarası diyalogcuların ve Ilımlı İslamcıların dümen suyuna kapılarak “mescid / Allah’ın evi” olduğunda ne dinen ne de hukuken hiçbir tereddüt olmayan bir mekânı, tevhidle teslisin iç içe girdiği bir fitne kazanına çevirmek, Allah’ın gazabını celbetmek açısından nasıl bir sonuç doğurur, düşünmek gerekmez mi?

Ben Müslümanım diyen ve bu sözünde samimi olan herkesi bu konuda tefekküre ve akabinde de bu yanlıştan bir an evvel dönülmesi için gerçekleri ifade etmeye davet ediyoruz.

İslam, vahiyle sabit, son ve tek hak dindir. On dört asrı aşan bir zaman boyunca bozulmamış, bugüne de bozulmadan gelmiştir. Hiçbir güç Kuran’ı lafız olarak bozamadığı gibi mana olarak da saptıramamıştır.

Son dönemde hak ile batılı karıştırmaya, İslam’ı çağın şartlarına uydurmaya, onu diğer muharref dinlerle eşitlemeye veya hevâ ve heves mahsulü yeni bir din ihdas etmeye yeltenen harici ve dâhili mihraklar bilsinler ki, bu hak dini saptırmaya asla muvaffak olamayacaklar!

Şüphesiz ki Allah bu yüce dini koruyacaktır. Ama bu mahfuziyet / korunmuşluk, Allah’ın samimi kullarının gayretleriyle tahakkuk edecektir. Zira Sünnetullah bunu gerektirir.

Bu şerefe nail olanlar (Allah’ın dinine hizmet edenler), Allah’ın has kullarıdır. Onlar hizbullahtır, Allah taraftarlarıdır. Her devirde saflarını Allah ve Rasûlünden yana seçip, korkmadan, çekinmeden, kınayıcıların kınamasına da aldırmadan, tebliğ ve cihad vazifelerine devam ederler.

Onlar, Allah’ın kalplerine imanı yazdığı, katından ilahi bir yardım ile desteklediği ve kendilerine cenneti vadettiği kullardır.

Gelecek yazımızda, Mücadele Suresi 22. Ayet ışığında bu bahtiyar kulları ve vasıflarını anlatacağız.


[1] Celal Yıldırım, Asrın Kuran Tefsiri c. 7, s. 455.

[2] A.g.e., s. 458-460.