Tarih, çağları belirleyen büyük kırılmaların aynasıdır. Her medeniyet kendi hakikatini inşa eder, kendi adalet anlayışını savunur, kendi dünyasını kurar. Ancak kimi zaman, yüzyıllardır hüküm süren bir düzen, aniden çatırdayarak çöker. İşte bugün de böylesine bir kavşağın eşiğindeyiz. Kristof Kolomb’un Amerika’ya ayak basmasıyla başlayan Avrupa-merkezli dünya düzeni, beş asır boyunca küresel hiyerarşiyi tayin etti, refahın yönünü belirledi ve insanlığın kaderini şekillendirdi. Fakat artık bu paradigma iflas etti. ABD Başkanı Donald Trump’ın pervasız söylemleri, Gazze’de yaşanan barbarlık ve Batı’nın bu zulme sessiz kalışı, bu çöküşün en açık göstergelerinden biri oldu.
Ne var ki, eski dünyanın mirasçıları, bu kaçınılmaz sona karşı direnmeyi sürdürüyor. Yıkılmış bir medeniyetin cesedini diriltmek için onu makyajlıyor, sahte bir canlılık vererek ayakta tutmaya çalışıyorlar. Oysa tarih, nehrin yatağı değişmeden suyun yönünün değişmeyeceğini öğretir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’nın Üçüncü Dünya ülkelerine sunduğu “kalkınma” söylemi de bu aldatmacalardan biriydi. Kalkınma, sömürgeciliğin yeni bir kılığa bürünmesinden başka bir şey değildi; Batı, kendi egemenliğini sürdürebilmek için bu ülkeleri kendine bağımlı hale getirdi. Oysa asıl mesele, Batı’yı yakalamak değil, onu aşmaktı…
Bugün insanlık, yeni bir dünya inşa etmek zorunda. Ancak bu, kapitalizmin mantığını sorgulamadan ve onu aşmayı hedeflemeden mümkün olmayacaktır. İnsanlık, ya eşitlikçi, özgürlükçü, adil ve doğayla uyumlu bir düzen kuracak ya da tarihin en büyük çöküşlerinden birine tanıklık edecektir. Bugüne dek sol düşünce, kapitalizmin yalnızca sonuçlarına itiraz etti; ancak asıl mesele, sistemin mantığını kökten sorgulamaktır. Sovyetler Birliği, Batı’yı yakalamak uğruna büyük insani ve ekolojik bedeller ödedi; fakat sonuç büyük bir başarısızlık oldu. Oysa çözüm, Batı’nın izinden gitmek değil, Batı’nın sunduğu sınırların ötesine geçmekti. Bugün birçok Müslüman ülkenin hâlâ Sovyetler’in düştüğü hataya saplanıp kalması, bu çöküşü görememelerinden kaynaklanıyor.
Fikret Başkaya’nın “Çığırından Çıkmış Bir Dünya” adlı eserinde vurguladığı gibi, insanlık artık bir yol ayrımında. Karamsarlık, eylemsizliğin bahanesi olmamalı; bilakis, harekete geçmek için bir gerekçe olmalıdır. Tarih, en karanlık dönemlerin ardından büyük uyanışlara sahne olmuştur. Ancak bu kez mesele, yalnızca bir bölgenin veya bir medeniyetin sorunu değildir. Bugün çöküş küreseldir ve çözüm de küresel bir bilinç ve irade gerektirir. Eğer bu sürece vaktinde müdahale edilmezse, insanlık geri dönüşü olmayan bir eşiği aşabilir.
Ne var ki, halkların özgürlük, eşitlik ve adalet mücadelesi hiçbir zaman sönmemiştir. Kapitalizmin dayattığı sefalet, ahlaki çöküş ve insan onurunu hiçe sayan sistem, insanlığı tamamen teslim alamamıştır. Türkiye de bu bilinçle kendi içinde büyük bir dönüşüm başlattı. Kürt siyasi partileriyle yürütülen yeni diyalog süreci bunun bir örneğidir. Yaklaşan yeni anayasa süreci de Batı’nın dayattığı sistemden kopuşun ve Türkiye’nin kendi yolunu inşa etme iradesinin bir tezahürü olacaktır.
Batı egemenliğindeki düzenin iflas ettiğini sadece biz söylemiyoruz. Almanya’nın eski başbakanı Gerhard Schröder, Son Şans: Neden Yeni Bir Dünya Düzenine İhtiyacımız Var? adlı kitabında, Batı’nın içine sıkıştığı bu kriz haline dikkat çeker: “Dünya âdeta komaya girmiş durumda. Krizlerin, savaşların ve türlü çatışmaların salgın gibi her tarafa yayılmasına kaskatı donmuş bir şekilde ve kayıtsız bir ruh haliyle tanık oluyoruz. Eski tanıdığımız hâliyle artık var olamayan Batı, köhne yapılar içine sıkışıp kalmış durumda.” Yeni dünya düzeninin şekilleneceği bu kritik eşikte, Türkiye’nin konumu da hayati önem taşıyor. Küresel güç dengeleri değişirken, Türkiye hem Doğu’nun hem de Batı’nın ötesine geçen yeni bir medeniyet tasavvurunu inşa etme fırsatına sahiptir.
Son birkaç yüzyıldır insanlık bilinci, Avrupa-merkezli ideolojiler tarafından şekillendirildi. Küresel eşitsizliği, sömürüyü ve tahakkümü doğal bir olgu gibi gösteren bu bilinç, Batı dışındaki toplumlar tarafından da içselleştirildi. Böylece sadece topraklar değil, zihinler de sömürgeleştirildi. Bugün en büyük mesele, işte bu zihinsel esareti kırmak ve kendi düşünce ufkumuzu yeniden inşa etmektir. Çünkü zihinsel özgürleşme olmadan, ne yeni bir yol açmak ne de insan onuruna yaraşır bir düzen kurmak mümkündür. Malik bin Nebi’nin ifadesiyle, Arap ve Müslüman ülkeler öncelikle *“sömürülebilirlik”*ten kurtulmalıdır. Ali Şeriati’nin vurguladığı gibi, sistemin “eşekleştirme” mekanizmalarına karşı uyanmalı ve zihinlerini özgür kılmalıdırlar.
Hasıl-ı kelâm, Kristof Kolomb’un 1492’de Amerika’ya ayak basmasıyla başlayan sömürgecilik ve emperyalist dünya düzeni artık tarihin çöplüğüne karışıyor. Batı’nın dayattığı medeniyet tasavvuru çöktü ve yeni bir paradigmanın inşası kaçınılmaz hale geldi. Peki, bu yeni paradigmayı kim kuracak? Dünya, Batı’nın yarattığı krizlerden çıkış yollarını yine onun reçeteleriyle mi arayacak? Yoksa bambaşka bir ufka yelken açarak, insanlık için gerçekten yeni bir çağ mı inşa edilecek?
Geleceği kim kuracak? İşte asıl mesele budur…