Okuyucularımız hatırlayacaklardır; İslam’da hak kavramının önemine bir yazıyla giriş yapmış; devamını getiremeden yılbaşı meselesi yüzünden birkaç hafta ara vermek zorunda kalmıştık. Şimdi aynı konuya kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Hiç tereddütsüz söyleyebiliriz ki, “Hak” kavramı İslam’ın en büyük alameti, yani alamet-i farikasıdır. Hatta İslam’ın bizzat kendisi haktır.
Son zamanlarda hak ve batılın karıştırılması adeta bir furya halini almıştır. İslam’ın muharref dinlerle yan yana anılması suretiyle, “hak” hususiyetinin sadece İslam’a mahsus olduğu gerçeği örtbas edilmeye çalışılmakta; bu algının genel bir kabul haline gelmesine yönelik olarak birçok fikrî ve kültürel operasyona imza atılmaktadır.
Yazılarımızda “hak” konusunu işlememiz, yerleştirilmek istenen bu algının kırılması içindir.
Kur’ân-ı Kerîm’de iki yüz kadar ayet “hak” kavramına vurgu yapar; onu gündem eder. Bu sayının bu kadar çok olması bile İslam’ın hak kavramına verdiği değeri ispata kâfidir.
Hak ile ilgili ayetleri birkaç başlık altında kategorize etmeye çalışalım:
1- Allahü Teâlâ “Hakk”ın Ta Kendisidir
Allah’ın güzel isimlerinden, Esmâ-i Hüsnâ’dan biri “Hakk”tır. Rabbimizi anarken çoğu zaman “Cenâb-ı Hakk” deriz. Vefat eden büyüklerimiz için “Hakka yürümek” ifadesini kullanırız. Hakk kelimesi Allah’a nispet edildiğinde “bizzat ve sürekli olarak var olan, gerçekliği mevcut bulunan, varlığı ve ulûhiyyeti fiilen tahakkuk eden” manasına gelir.
Allah’ın “Hakk” olduğunu ifade eden âyetlerden biri mealen şöyledir:
“Bu böyle. Çünkü Allah, Hakkın ta kendisidir. O’nu bırakıp da taptıkları ise batılın ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah Aliyy’dir, Kebir’dir; pek yücedir, pek büyüktür.” (Hac: 62; Ayrıca: Lokman: 30)
Görüldüğü üzere Allahü Teâlâ bu ayet-i kerimede kendini “Hakk” olarak tanıtmakta, kendisinden başka ilah edinilen varlıkların ise batıl olduğunu bildirmektedir. Yani ayette tevhide; Allah’ın noksan sıfatlardan münezzeh kemal sıfatlarla muttasıf oluşuna vurgu vardır.
Evet, Cenâb-ı Hakk’ın varlığı en büyük hakikattir. Bütün varlık gerçek manada sadece O’na aittir. Bütün mahlûkat O’nun güç ve kudretiyle vücut bulmuştur ve yine O’nun güç, kuvvet ve kudretiyle varlığını sürdürmektedir.
Bu sebeple ilm-i kelamda ve akâid kitaplarında Cenâb-ı Hakk’ın kendi kendine kaim oluşu, yani varlığının zaruri olması “vacibü’l vücud” tabiriyle ifade edilir. Allah’tan başka bütün varlıklar ise “mümkini’l vücud”dur. Bunun da manası, bu varlıkların olmasının da olmamasının da imkân dâhilinde bulunmasıdır. Var olanın varlığını yokluğuna, olmayanın da yokluğunu varlığına tercih eden bir irade vardır. O irade de Allah’a aittir. O bakımdan İslami kaynaklarda “Lâ ilâhe illallah” cümlesi, yeri geldiğinde “Lâ mevcude illallah” diye de ifade edilir.
Bu hakikatin bir tezahürü olarak bütün mahlûkat fanidir. Sadece Allahü Teâlâ’nın zâtı bakidir. Bunu anlatan bir ayet mealen şöyledir:
“Yer üzerinde bulunan her şey yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahman: 26 – 27)
Allahü Teâlâ’nın tek hak olmasının zaruri bir neticesi olarak, mahşerde mutlak hükümranlığı elinde bulunduruşu da şu ayetle anlatılır:
“O gün onlar (kabirlerinden) ortaya çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bugün mülk (hükümranlık) kimindir? Vahid ve Kahhar Allah’ındır.” (Mü’min: 16)
Bu ayetlerde geçen “Baki”, “Vahid” ve “Kahhar” isimlerine ilave olarak Ehad, Samed, Hay, Kayyum, Hâlık gibi daha pek çok isim de bu manaları teyit eder.
Netice itibariyle Allah Hakk’tır. Varlığı hakiki, ezeli ve ebedi olan zât-ı zü’l Celâl’dir. İşte İslam’da hak denince her şeyden önce Cenâb-ı Hakk’ın varlığı, birliği, vahdaniyeti, hüküm ve tasarrufu anlaşılır.
2- İslam’ın Kendisi de Haktır
Allah “Hak” olunca tabii olarak onun yegâne hak dini olan İslam da haktır, hakikattir. Şu ayet bunu anlatır:
“De ki: Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ: 81)
Müfessirlere göre burada gelen haktan maksat, İslam’dır. Zail olan batıldan maksat da, İslam’ın dışında olan ve İslam’a ters düşen her şeydir.
Kuran’da İslam’ın hak oluşu, ekmel / mükemmel oluşu, Allah indinde tek hak din oluşu, ondan başka hiçbir dinin kabul edilmeyeceği ve Allah’ın ancak İslam’dan razı olduğu Mâide: 3, Âl-i İmran: 19 ve 85. Ayetlerde anlatılmaktadır.
Tam da burada şu gerçeğin altını çizmek gerekiyor:
İslam’ın kendisi tek hak iken, bu gerçek ayetlerle haber verilmişken; nasıl olur da hak - batıl ayrımı yapılmaz, buna lüzum hissedilmez veyahut da hak ile batıl birbirine karıştırılır?
Nasıl olur da İslam’ın bu temel hususiyeti gizlenerek İslam diğer muharref dinlerle eşitmiş gibi bir muameleye tâbi tutulur?
İşte bu yazıların yazılış sebebi, İslam’ın maruz bırakıldığı bu büyük haksızlığı ortaya çıkarmak ve fitnecilerin fitnesini teşhir etmektir.
3- Kuran Ayetleri Hak Olarak İndirilmiştir
İslam vahiyle sabittir. Allah’ın kelamı, Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz. Peygambere (s.a.v.) iletilmiş, Hz. Peygamber de onu insanlara tebliğ etmiş, ulaştırmıştır.
Kuran lafız olarak da mana olarak da Allah’ın kelamıdır ve mucizedir. Bir harfi, bir noktası bile değişmeden tespit edilip günümüze kadar gelmiştir; kıyamete kadar da korunmaya devam edecektir. İşte Allah’ın kelamı olan Kuran’ın bütün ayetleri de haktır, hakikattir ve hak olarak indirilmiştir.
Meali verilen şu ayetler bu gerçeği vurgular:
“İşte bunlar Allah’ın âyetleridir. Biz onları sana Hak olarak okuyoruz. Şüphesiz sen, Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerdensin.” (Bakara: 252)
“De ki: Ey insanlar, size Rabbinizden Hak (Kur’an) gelmiştir. Artık kim doğru yola girerse, ancak kendisi için girer. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Ben sizden sorumlu değilim.” (Yunus: 108)
“İşte bunlar sana o Kitabın âyetleridir ve sana Rabbinden indirilen Hak’tır. Lâkin insanların çoğu iman etmezler.” (Ra’d: 1)
“Şüphesiz biz o Kitab’ı sana Hak olarak indirdik. Öyle ise sen de dini Allah’a has kılarak O’na kulluk et.” (Zümer: 2)
Buradan şu zaruri netice çıkmaktadır: Allah’ın kelamı olan, hak olarak indirilen ayetler, bir beşerin sözüyle asla bir tutulamaz; mukayese de edilemez.
Hele hele tahrif edilmiş kitaplardaki sözler “ayet” denmek suretiyle Kuran ayetleriyle asla yan yana getirilemez. Günümüzde revaçta olan bu sapkınlıklar hususunda Müslüman kardeşlerimizin çok dikkatli olmalarını tavsiye ederiz.
4- Rasul-i Ekrem Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Ayetlerle Sabit Olan Risâleti de Haktır
Kelime-i tevhid veya kelime-i şehadetin ikinci aslını teşkil ettiği üzere Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz, Allah’ın Rasûlüdür. Ve de peygamberlerin sonuncusudur. Onun risâleti de, son peygamber oluşu da ayetlerle sabittir. İşte bu manada Hz. Peygamber’in risâleti de haktır. Şu ayetler bunu anlatır:
“Biz, seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Sebe: 28)
“Muhammed sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir, fakat o Allah’ın elçisidir ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilmektedir.” (Ahzab: 40)
“Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzab: 45- 46.)
“Kâfirlere ve münafıklara itaat etme! Onların eziyetlerine aldırma ve Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.” (Ahzab: 48)
“(Ey Muhammed!) Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki, sen elbette dosdoğru bir yol üzere (peygamber) gönderilenlerdensin.” (Yâsîn: 2-4)
Bu ayetlerde Hz. Peygamberin (s.a.v.) risâleti apaçık haber verilmektedir. Dolayısıyla haktır ve gerçektir. Ehl-i kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar) O’nun risâletini sırf hasetlik ve kibirleri sebebiyle kabul etmediklerinden küfre düşmüşlerdir.
Öte yandan iman tecezzi / bölünme, parçalanma kabul etmez; bütünlük ister.
İmanın altı esasından biri peygamberlere imandır ve peygamberliği ayetlerle sabit bir peygamberin nübüvvet veya risâletini kabul etmemek, bütün peygamberleri inkâr etmek anlamına gelir.
Âl-i İmran Suresinin 184. Ayeti mealen şöyledir:
“Eğer seni yalanladılarsa, senden önce açık delilleri, hikmetli sayfaları ve aydınlatıcı kitabı getiren peygamberler de yalanlanmıştı.”
Ayete şu şekilde mana verilmesi de mümkün görülmüş ve verilmiştir:
“Seni yalanladıkları takdirde, (bununla) senden önce açık deliller, hikmetli sayfalar ve aydınlatıcı kitap getiren (diğer) peygamberler de yalanlanmış olur.”
Bu sebeple bir peygamberi yalanlamak tümünü yalanlamak gibidir. Tıpkı bir ayeti inkârın Kuran’ın tamamını inkâra götürdüğü gibi…
Biz Müslümanlar, tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün peygamberlere iman ederiz. Nitekim Bakara Suresi 4. Ayette şöyle buyrulur:
“Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar.”
Ehl-i kitap ise Hz. Peygamber’i (s.a.v.) inkâr etmekle risâletin bütünlüğünü parçalamış olurlar. Zaten onların küfre düşmelerinin asıl sebebi de budur; Hz. Peygamber’in risâletini tasdik etmemeleri, O’na iman etmemeleridir. Hz Peygamber’e iman etmeyince tabiatıyla onun getirdiği Kuran’a da tâbi olamazlar. Kendi kitaplarını ise tahrif etmişlerdir. Buna bir de Hz. İsa ve Hz. Üzeyr için “Allah’ın oğlu” demeleri suretiyle şirke düşmelerini ilave ettiğimizde Hıristiyan ve Yahudilerin içinde bulunduğu küfür ve şirkin ne kadar katmerli olduğu ortadadır. (Bak. Tevbe: 30-31)
Hâlbuki Hz. Peygamber’e iman etmiş olsalardı, içine yuvarlandıkları bu küfür ve şirk musibetinden korunmuş, kurtulmuş olacaklardı.
Hal böyleyken; onların küfür ve şirki bu kadar aleni, İslam’ın tek hak din olduğu bu kadar aşikâr iken; İslam’la kendi muharref dinlerini, bir başka deyişle hakla batılı eşit gibi takdim etme yüzsüzlüğünü hiç çekinmeden gösterebilmektedirler. İşte dinlerarası diyalog denen hezeyan tam da budur.
Hakla batılın birbirine karıştırılmak istenmesindeki bu fecaati görmeden ya da önemsemeden, dinlerarası diyaloga çok matah, çok kıymetli bir şeymiş gibi meyleden; bu proje içinde yer almakta yahut buna hizmet etmekte hiçbir mahzur görmeyen, dahası bununla iftihar eden Müslüman görünümlü gafillere ne demeli, insan gerçekten bunu ifade edecek cümle kurmakta zorlanıyor…
İşte bizim uzun zamandır gündem edip bir kamuoyu tepkisi oluşturmaya çalıştığımız dinlerarası diyalogun cami ve mescitlerimize musallat olması durumu, Hak kavramının gereği gibi anlaşılıp anlatılamamasından ve de yaşanıp temsil edilememesinden kaynaklı bir fecaattir.
Bu sebeple hak kavramının önemini anlatmaya devam edeceğiz.