Yüksek teknoloji, insanlık tarihinin en keskin kırılma noktalarından biri. Teknolojiyi insanlığın faydasına kullanırsanız biçilmiş bir kaftanken genellikle tüm bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ilk olarak o teknolojiyi geliştiren ülkelerin askerî sistemlerine gelerek caydırıcılık oluşturmayı amaç edindiğini görürüz. Hatta kullandığımız bugünkü teknoloji, yıllar evvel zaten ülkelerin silahlı kuvvetlerinin bünyesinde üstünlük elde etmek adına kullanılmış ve miâdı dolunca sıradan insanların kullanımına (yani insanlığa) yeni teknolojiler denilerek sunulan araçlardır. O nedenle ülkelerin gizli askerî tesislerinde, yüksek teknoloji enstitülerinde nasıl ileri düzey teknolojiler olduğu ya da hâlihazırda şu anda ne/neler üretilmekte olduğu oldukça belirsizdir. Teknolojik üstünlük elde ederseniz, caydırıcılık oluşturursunuz ve kitleleri kontrol ederek dünyayı yönetirsiniz. Yani nihai gaye budur: kitlelerin kontrolü ve dünyaya yüksek teknoloji ile hükmetmek.

Human 2.0 Dönemi

Human 2.0 kavramı ile bugün insanlığın biyolojik olarak kendini güncelleyebilme kapasitesi üzerine çalışmalar yürütülüyor. The Economist Dergisi’nde 20 Mart 2025 tarihinde yayımlanan ‘İnsanlık 2.0: İnsanları Nasıl Geliştiririz?’ başlıklı bir makale dikkatimi çekti. Askerî disiplinler çerçevesinde güvenlik alanından düşürseniz bu konu akıllara süper askerleri getiriyor. Human 2.0, insanı geliştirmek ve uzun yaşam (ölümsüzlük) arayışının bir yansıması ve güvenlik perspektifinden değerlendirilmesi gereken kritik bir konu.

İnsan biyolojisini optimize ederek genetik düzenlemeler ile doğrudan ölümün üstesinden gelme çabaları hâlen sonuç vermemiş olsa da bu süreyi uzatmayı başarmak, yeni teknolojiler ve biyoteknolojilerin güvenlik, savunma ve istihbarat alanında büyük bir etki yaratabileceğini gösteriyor. Beyin-bilgisayar arayüzleri (BCI) gibi gelişmeler, insan zekâsını ve fiziksel kapasitesini artırmakla kalmayıp, savunma sanayii için de (süper asker projeleri) stratejik avantajlar sunabilir.

Bunun yanında genetik mühendislik ile biyoteknolojik yükseltmeler, askerî ve güvenlik sistemlerinde bireysel üstünlük sağlayan uygulamalarla potansiyel tehditlere de zemin hazırlıyor. İnsanların biyoteknolojik müdahalelerle daha güçlü, daha zeki ve daha uzun ömürlü hâle getirilebilmesi, toplumsal eşitsizliklere yol açabilir ve bu durum da ulusal güvenlik için ciddi tehditler oluşturabilir. Çünkü bu kişiselleştirilmiş üstün hizmeti (Human 2.0 paketini) yalnızca ultra zenginler satın alabileceğinden toplumsal sınıflar arasındaki ekonomik dengedeki eşitsizliğe yeni bir parametre daha eklenerek bilişsel anlamda da bir uçurum amaçlanıyor.

3D yazıcılarla üretilen organlardan türler arası nakile

3D yazıcılarla üretilen organlar, türler arası nakiller (xenotransplantasyon), süper asker projeleri, CRISPR tabanlı genetik müdahaleler, transhümanizm akımı ve yasadışı biyohacker faaliyetleri güvenlik perspektifinden değerlendirilmesi gereken hayatî/kritik alanlar. Sanayi 4.0 ile birlikte şekillenen Human 2.0 kavramı toplumsal yapıları/insanlığı nasıl dönüştürecektir? Bu gelişmelerin biyogüvenlik açısından doğurduğu riskler neler olacaktır? Her iki soru da üzerine çok tartışılması, düşünülmesi, analiz yapılması gereken önemli hususlar.

Bilim dünyasında 3D yazıcılar artık yalnızca sanayi üretiminde, elektronik sistemlerin/savunma sanayii teknolojilerinin parça/yedek parça üretiminde değil, tıp alanında da devrim yaratıyor. Yazdırılabilir organ teknolojileri, organ nakli bekleyen hastalar için umut ışığı olsa da bu durum aynı zamanda biyoterörizm risklerini de beraberinde getiriyor. Kötü niyetli aktörlerin bu teknolojiyi istismar etme ihtimâli, küresel güvenlik birimlerinin üzerinde ciddiyetle durması gereken bir başka husus.

Türler arası organ nakli (xenotransplantasyon) ise Çinli bilim insanlarının domuzdan insana gerçekleştirdiği nakil girişimiyle gündemde. Çin’in domuz karaciğeri nakli, sadece tıbbî bir başarı değil, aynı zamanda biyoteknolojik egemenlik mücadelesinde kritik bir hamle olarak değerlendirilmeli. Askerî üniversite bünyesinde yapılan bu deney, Çin’in askerî-sivil tıp entegrasyonundaki iddiasını gözler önüne seriyor. Çin, türler arası nakilde başarılı olması durumunda organ tedarikinde dışarıya bağımlılığını azaltarak stratejik bir avantaj/üstünlük elde edebilir. Hem 3D yazıcılardan yazdırılan organlar hem de türler arası nakil denemeleri etik ve biyogüvenlik yönünden riskler taşısa da bu teknolojilerin silahlanma yarışına dönüşme potansiyeli de oldukça yüksek.

Öngörülemeyen tıbbî sonuçlar ve kalıtsal genetik mutasyonlar

Bu biyolojik müdahaleler genetik mutasyonlara ve öngörülemeyen tıbbî sonuçlara yol açabilir. Daha da önemlisi bu teknolojiler askerî ve istihbarî amaçlarla kullanılabilecektir. Genetik olarak düzenlenmiş domuz organları (türler arası nakil yöntemi), organ eksikliği sorununu çözmenin ötesinde potansiyel olarak askerî personel ve özel kuvvetler için kritik organ desteği sağlayacak. Bu tür biyoteknolojik kabiliyetler muharebe sahasında yaşam sürekliliğini artırarak yaralanan askerlerin hızla iyileşmesini ve hayatta kalmalarını sağlamak amacıyla kullanılacak. Tarih bize genetik mühendislik girişimlerinin en uç noktalarının genellikle gizli askerî projelerle iç içe geçtiğini gösterir. Nazi Almanyası’nda Hitler’in süper asker projeleri, bunun en çarpıcı örneklerinden biriydi. Günümüzde süper asker projeleri biyoteknoloji ve nöroteknoloji destekli askerî insan modifikasyonlarıyla yeniden gündemde. Projenin başını ise Çin çekiyor.

Sanayi 4.0 Döneminde Transhümanizm

Sanayi 4.0 döneminin getirdiği dijitalleşme süreci insan bedeninin de biyolojik bir makineye dönüşmesi/yeniden inşa edilebileceği fikrini ortaya çıkardı. ‘Human 2.0’ kavramı, insanın fiziksel ve zihinsel kapasitelerinin artırılmasını amaçlayan genetik ve biyomekanik müdahaleleri içeriyor. Bu dönüşüm, küresel çapta yeni bir denge/güvenlik problemi doğuruyor: Hangi aktörler bu dönüşüme öncülük/liderlik edecek ve hangi aktörler bu yeni biyoteknolojik üstünlüğün dışına itilecek? İşte tam da bu noktada transhümanizm devreye giriyor.

Transhümanizm, insanı biyolojik sınırlarının ötesine taşıma fikrini savunan bir görüş. Gelişmiş yapay organlar, genetik düzenlemeler ve sinir sistemine entegre yapay zekâ implantları insanın evrimini hızlandırmayı amaçlamaktadır. Sanayi 4.0 döneminde yarı insan yarı makine bir insan istenmektedir.

Ancak gelinen noktada biyogüvenlik risklerinin göz ardı edildiği bir dönüşüm süreci yaşıyoruz. Kontrollü bir genetik dönüşüm yerine, genetik müdahalelerin rastgele ve izinsiz biçimde uygulanması, her an biyolojik bir kaosa yol açabilir. Bugün, ABD’de evlerinin garajlarını yasadışı biyolojik laboratuvarlara dönüştüren biohackerların belgeselleri Netflix’te yayınlanabiliyor. CRISPR CAS-9 teknolojisi yoluyla genetik/kalıtsal müdahaleler söz konusu ve bu yolla genomda sonucu belirsiz (nesilden nesile aktarılması söz konusu olabilecek) düzenlemeler mümkün hâle gelmiş oluyor.

CRISPR-CAS9 Teknolojisi ile Genetik Mühendislik

CRISPR teknolojisi, DNA düzenlemeyi hiç olmadığı kadar kolay, zahmetsiz, ucuz ve erişilebilir hâle getirdi. Genetik mühendisliğin bu hızlı gelişimi, sadece tıbbî çözümler sunmakla kalmıyor; biyolojik savaş risklerini de artırıyor/beraberinde getiriyor. Bireylerin genetik kodlarını değiştiren biyohackerların çalışmaları yasadışı laboratuvarlarda yaptıkları sonucu belirsiz/deneme yanılma yollu genetik deneyleri kapsıyor. Bu grupların kontrolsüz faaliyetler yürütüyor olması devletlerin biyoteknoloji politikalarını ve güvenlik stratejilerini yeniden gözden geçirmesini zorunlu kılıyor.

Biyogüvenlik perspektifinden değerlendirildiğinde genetik mühendislik alanındaki bu gelişmelerin yanlış ellerde birer kitle imha silahına dönüşebilme potansiyeli mevcut. Bu teknoloji belirli genetik özellikleri/ırkları hedef alabilen biyolojik ajanlar geliştirilmesine neden olabilir. Bu durum, ulusal güvenlik politikalarını yeniden şekillendirmektedir. Küresel ölçekte biyoteknolojik kontrol mekanizmalarının eksikliği, bu tehditlerin daha da büyümesine neden olmaktadır.

Sonuç Yerine

Yazdırılabilir organlardan CRISPR’a, süper asker projelerinden transhümanizme kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan bu teknolojik dönüşüm, sadece tıp ve mühendislik dünyasını değil, aynı zamanda güvenlik ve istihbarat birimlerini de köklü bir değişime zorlamaktadır. Geleceğin savaşları artık sadece fiziksel cephelerden/muharebe sahasından ziyade genetik laboratuvarlarda ve biyoteknolojik müdaheleler ile şekillenecek/gerçekleşecektir.

Human 2.0 çağında küresel güvenlik paradigmalarının nasıl dönüşeceğini şimdiden kestirmek zor. Ancak kesin olan bir şey var: Geleceğin dünyasında biyoteknoloji alanında üstünlüğe sahip olan aktörler sadece tıbbî alanda değil, güvenlik stratejilerinde de caydırıcı bir üstünlük elde edecekler.