“Allah’a yönelen, O’na ortak koşmayan kimseler (olun). Kim Allah’a ortak koşarsa, sanki gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir.” (Hac: 31)

Bu yazımızda ümmet-i Muhammed’in, tabiatıyla da Müslüman Türk Milletinin Kitaba vâris kılınma sebepleri üzerinde duracağız.

Fâtır: 32’den ve bu ayeti şerh ve izah eden hadislerden ortaya çıkan gerçekler doğrultusunda, bu ümmetin Kitaba vâris kılınma sebeplerini üç başlık altında toplayabiliriz:

- Emr-i bi’l maruf, nehy-i ani’l münker yapmaları,

- Allah’a şanına layık bir şekilde iman etmeleri,

- Her türlü şirkten uzak olmaları

Şimdi bunların her birini kısaca izaha çalışalım:

1- Emr-i bi’l maruf, nehy-i ani’l münker yapmaları:

Kitaba vâris ümmetin sahip olduğu temel hususiyet budur: Emr-i bi’l maruf, nehy-i ani’l münker yapmak.

Emr-i bi’l maruf, nehy-i ani’l münker yapmanın hayati önemine ve bunu terk etmenin tehlikesine, Kuran’da da, hadislerde de büyük yer verilmiştir.

Kuran’da, Hakk’ın rızasına uygun hareket eden kimselerin ve birbirlerinin velisi oldukları haber verilen mümin erkek ve kadınların temel özellikleri arasında emr-i bi’l maruf, nehy-i ani’l münker yapmaları da sayılır.

Mesela Hac: 41. ayet mealen şöyledir:

“Onlar, öyle kimselerdir ki, kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimiz takdirde, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar.” (Hac: 41)

Keza Tevbe: 21 de şöyledir:

“İnanan erkekler ve kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği emreder, kötülükten men ederler.” (Tevbe: 71)

Emr-i bi’l maruf, nehy-i ani’l münkerin imanla çok yakın münasebeti vardır. Şu hadis-i şerif bu önemli gerçeği ortaya koymaktadır:

İbn Mes’ud’dan  (r.a.) rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Allahü Teâlâ’nın benden önceki her bir ümmete gönderdiği peygamberin, kendi ümmeti içinde sünnetine sarılan ve emrine uyan ihlâslı ve seçkin yakın çevresi ve ashâbı vardı. Bu samimi çevre ve ashâbından sonra, yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıklarını yapan kimseler onların yerini aldı. Böyle kimselerle eliyle cihad eden mü’mindir, diliyle cihad eden mü’mindir; kalbiyle cihad eden de mü’mindir. Bu kadarcığı da bulunmayanda hardal tanesi ağırlığında bile iman yoktur.” [1]

Sahabe-yi Kiram’ın, iman etmek sadedinde Rasûlüllah’a (s.a.v.) yaptıkları biatin muhtevası ve şartları içinde de emr-i bi’l maruf, nehy-i ani’l münker önemli bir yer tutmaktadır:

Ebü’l-Velid Ubâde İbni Sâmit (r.a.) şöyle dedi:

“Biz Rasûlullah’a (s.a.v.) zorlukta ve kolaylıkta, sevinçli ve kederli anlarda, başkaları bize tercih edildiği zamanlarda kendisini dinleyip itaat etmeye, açıkça küfür sayılan bir şey yapmadıkları sürece devleti yönetenlerin işlerine karışmamaya, nerede olursak olalım hakkı söyleyeceğimize ve Allah hakkı için hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza dair bey’at ettik.” [2]

Yine hadis-i şerifte -ayet-i kerimeyi de delil getirerek- İsrailoğullarının dinden sapmasının emr-i bi’l maruf, nehy-i ani’l münkeri terk etmekle başladığı haber verilmektedir:

İbn Mes’ud’dan (r.a.) rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“İsrailoğulları arasında dinden sapma, ilk defa şöyle başladı:

Bir adam bir başka adama rastlar ve ‘Bana baksana! Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terk et! Çünkü bu sana helâl değildir!’ derdi. Ertesi gün, aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır ve kendisini yaptığı kötü işten nehyetmediği gibi, onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allahü Teâlâ kalplerini birbirine benzetti.

Sonra Rasûl-i Ekrem şu âyeti okudu:

“İsrâiloğullarından kâfir olanlar Hz. Davut’un ve Meryem oğlu İsâ Aleyhisselam’ın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, baş kaldırmaları ve aşırı gitmeleriydi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mani olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi! Onlardan çoğunun inkâr edenleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin onlara âhiret hayatı için hazırladığı şeyler ne kötüdür! Allah onlara gazab etmiştir, onlar azab içinde temelli kalacaklardır. Eğer Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi, fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Mâide Sûresi, 77-81)

Hz. Peygamber bu âyetleri okuduktan sonra şöyle buyurdu:

“Hayır, Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zâlimin elini tutup zulmüne mani olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allahü Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, sonra da İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.” [3]

Hz. Ebubekir (r.a.), insanların Mâide Suresi 105. Ayeti yanlış anlayarak emr-i bi’l maruf, nehy-i ani’l münker yapmak hususunda birtakım zaaflara düştüklerini fark etmiş ve onlara, ayetin nasıl anlaşılacağına dair bir hadis-i şerifi hatırlatarak şu ikazda bulunmuştur:

“Ey insanlar! Şüphesiz siz şu âyeti okuyorsunuz:

“Ey inananlar! Siz kendinize bakın, doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. İşlemekte olduklarınızı size haber verecektir.” (Mâide: 105)

Hâlbuki ben Rasûlullah’ı (s.a.v.) şöyle buyururken işittim:

“Şüphesiz ki insanlar zâlimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa, Allah’ın kendi katından göndereceği bir azabı hepsine umumileştirmesi yakındır.” [4]

Bütün bu deliller bize, hakla batılın karıştırıldığı, müminlerin sapmasına sebep olacak tehlikeli durumların baş gösterdiği zamanlarda, mutlaka emr-i bi’l maruf, nehy-i ani’l münker yapmamız gerektiğine dair ciddi ikazlarda bulunmaktadır.

“Kitaba vâris ümmet”in birer ferdi olarak, içinde bulunduğumuz şartları ve konumumuzu gözden geçirmeli ve mesuliyetimizi müdrik olmalıyız.

2- Allah’a şanına layık bir şekilde iman etmeleri:

Ümmet-i Muhammed’in Kitaba vâris olma sebeplerinden ikincisi de, Allah’a şanına layık bir şekilde iman etmeleridir.

Bu konuyla ilgili önceki yazılarımızda Âl-i İmran: 110. Ayetin izahında, ayetteki “Allah’a iman” şartının, imanın diğer beş şartını da ihtiva ettiğini, tefsirlerden aktardığımız bölümler ışığında ifade etmiş idik.

Burada önemine binaen bu meseleye tekrar vurgu yaparak biraz daha açmak istiyoruz.

İmanın diğer beş şartı olan meleklere iman, kitaplara iman, peygamberlere iman, ahirete iman ve kadere iman da, Allah’a imanın manası kapsamındadır. Bunlar birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Ayet-i kerimede yalnız Allah’a iman şartının beyan edilmesi, haşa diğer iman şartlarının dışta bırakılması manasına gelmez. Kuran’da farklı ayetlerde, farklı bağlamlarda, imanın bir veya birkaç şartı sayılmakla geçilebilir. Mesela dinlerarası diyalog gereği Yahudi ve Hıristiyanları, Müslüman olmadan, mevcut halleriyle cennete koymak için bir yol arayan (!) tahrifatçıların dillerinden düşürmedikleri Bakara: 62 ve Mâide: 69. Ayetler böyledir. Hâlbuki bunların Kuran bütünlüğü içinde değerlendirilmesi gerektiği ortadadır. Bu, hem tefsir ilmi kuralları açısından böyledir; hem de tefsir ilmine dair bir bilgisi olmasa bile, selim akıl sahibi herkes buradaki zarureti görür, anlar. Bu konunun izahı uzundur; biz sadece işaret etmekle yetiniyoruz.

Ümmet-i Muhammed’in Kitaba vâris olma sebepleri arasında yer alan “Allah’a şanına layık bir şekilde iman etme”nin nasıl olacağını anlamak için, akaid kitaplarımızda geçen şu ilkeleri iyi bilmek gerekir:

Allah birdir. Ondan başka ilah yoktur. Noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıftır. O, akla hayale gelen hiçbir şeye benzemez.

İhlas Suresi ve Şûrâ: 11. Ayet, bu akaid ilkelerinin en temel dayanak noktasıdır:

“De ki; O Allah bir tektir. Allah eksiksiz, Samed’dir (Bütün varlıklar O’na muhtaç, fakat O, hiç bir şeye muhtaç değildir). Doğurmadı ve doğurulmadı. O'na bir denk de yoktur.” (İhlas: 1-4)

“…O’nun benzeri hiçbir şey yoktur…” (Şûrâ: 11)

İhlas Suresinde geçen “doğurmadı ve doğurulmadı; O'na bir denk de yoktur” ifadesi, Yahudi ve Hıristiyanlıkta Allah’a eş koşulmasına cevap niteliğindedir. Nitekim Tevbe Suresinin 30. Ayetinde Yahudilerin Üzeyr’i, Hıristiyanların da Hz. İsa’yı Allah’a ortak koştukları beyan edilmektedir.

Ayetin meali şöyledir:

“Yahudiler, ‘Üzeyr, Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar ise, ‘İsa Mesih, Allah’ın oğludur’ dediler. Bu, onların ağızlarıyla uydurdukları sözleridir. Onların bu sözleri, daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah, onları kahretsin! Nasıl da haktan çevriliyorlar!” (Tevbe: 30)

Ne kendini “din” diye tanımlayan İslam dışındaki sapkın yollar, ne de İslami bünye içinde teşekkül etmiş ve fakat bidat ve dalalet fırkası hükmündeki ekoller; Allah’a imanı, olması gerektiği gibi izah edemezler.

Evet, bunların hepsinde de bir “tanrı” kavramı vardır. Fakat hiçbiri, İslam’daki “Allah” adıyla anılan noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf gerçek yaratıcı ve mabuda karşılık gelemez. İslam’da “Allah’a iman”, akaidin bütün esaslarını tek bir maddede cem etmektedir. Ümmet-i Muhammed’in Allah’a imanı böyledir.

3- Her türlü şirkten uzak olmaları:

Ümmet-i Muhammed’in ve tabiatıyla Müslüman Türk milletinin Kitaba vâris olmasının üçüncü sebebi de, her türlü şirkten uzak olmalarıdır.

Allah’a layıkıyla iman etmenin tabii ve zaruri gereği, şirkin her çeşidinden uzak olmaktır. Allah’a imanla O’na şirk koşmamak, birbirini tamamlayan manalardır.

Ümmet-i Muhammed içinde nefsine uyarak büyük günah işleyenler olsa bile, bunlar asla Allah’a şirk koşmaz. Bu sebeple Kitaba vâris olanlar, şirke düşmemek için azami gayret gösterir. Bu gayret ve hassasiyet de, bir önceki yazımızdaki İbn Mes’ud (r.a.) hadisinde geçtiği gibi, onların büyük günah işleyenlerinin bile Allah’ın rahmetiyle cennete girmelerine vesile olur.

Kuran’da şirkin en büyük zulüm olduğu anlatılır:

“Hani Lokman, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: Yavrucuğum! Sakın Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette çok büyük bir zulümdür.” (Lokman: 13)

Şu ayetteki fitne kelimesi ise, müfessirlerin ekserisi tarafından şirk olarak açıklanmıştır:

“Fitne tamamen yok edilinceye (hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya) ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır.” (Bakara: 193)

Bundan dolayı, Allah’a şirk koşmanın önüne geçmek ve bu en büyük zulme mani olmak için, ümmet-i Muhammed’in i’la-yı kelimetullah uğrunda cihad görevi vardır.

Bütün bu delillerden anlaşılacağı üzere, ümmet-i Muhammed’in ve onun bir parçası olan Müslüman Türk milletinin, şirk konusunda azami dikkat göstermesi şart ve elzemdir.

Bu yazıların yazılmasına sebep teşkil eden bağlamda düşündüğümüzde, Ayasofya’da, hak ve batılın, tevhid ve teslisin, şirk ile imanın birbirine karıştığı bir ortamda; tarih boyunca ehl-i sünnet ve’l cemaat yolunun temsilciliğini yapmış bir milletin torunları olarak, akaid neyi gerektiriyorsa onu söylemek, bugün ben Müslümanım diyen herkesin vazifesidir.

Şirkin icra edildiği, şirke sebep olan fiil ve eylemlerin yapıldığı bir mekâna cami / mescid denemeyeceği; cami ve mescidlerde böyle bir duruma asla göz yumulamayacağı, en üst perdeden seslendirilmelidir. Bu hususta susmak, inancımızı tehlikeye sokar; ilahi gazabı celbeder.

Tam da bu noktada mealen şu ayet-i kerime üzerinde ibretle düşünmek gerekir:

“Allah’a yönelen, O’na ortak koşmayan kimseler (olun). Kim Allah’a ortak koşarsa, sanki gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir.” (Hac: 31)

Bu ayette sakındırılan feci akıbete dair, tefsirlerden daha derin okumalar yapmalarını okuyucularımıza önemle tavsiye ederiz.

Böyle bir duruma düşmeyi kendimiz için istemeyeceğimiz gibi, hiçbir mümin kardeşimiz için de asla istemeyiz.

Allah hepimizi muhafaza eylesin.


[1] Müslim, Îmân 80.

[2] Buhârî, Ahkâm 42; Müslim, İmâre 41. Ayrıca bk. Nesâî, Bey’at 1, 2, 3; İbn Mâce, Cihâd 41.

[3] Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Tefsîru sûre (5), 6, 7.

[4] Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 8; Tefsîru sûre (5), 17. Ayrıca bk. İbni Mâce, Fiten 20.