“And olsun, ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler kesinlikle kâfir oldu. Hâlbuki Mesih şöyle demişti: Ey İsrailoğulları! Yalnız, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Kim Allah’a ortak koşarsa, artık, Allah ona cenneti muhakkak haram kılmıştır. Onun varacağı yer de ateştir. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.” (Maide: 72)

Bu yazımızda, teslis şirkini masum gösterme adına Hz. İsa (a.s.) ve annesi Hz. Meryem üzerinden, duygularımızı istismar etmek isteyenlere karşı tavrımız ne olmalıdır sorusuna cevap verecek; akabinde de bu duygusallığın arkasında kamufle edilmeye çalışılan putperestliğe, çok tanrıcılığa ve fıtratın bunları reddetmesi sebebiyle yaşanan diğer bazı inanç buhranlarına değineceğiz.

Kiliselerin ve ecdadımız tarafından kiliseden camiye çevrildiği halde, son dönemde sıvaları kazınarak teslis sembolleri yeniden ortaya çıkarılan, önce müze yapılıp sonra tekrar ibadete açıldığı iddia edilen dinlerarası diyalog camilerinin duvar ve kubbelerinde en sık rastlanan Hıristiyanlık motifi, bilindiği gibi kucağında bebek İsa olan Meryem resmidir. Bu tasvir insanda merhamet, şefkat ve yakınlık duygusu uyandırabilir.

Hâlbuki bu ana - oğul tasvirinin arkasında koskoca bir putperestlik ve Allah’a koşulmuş korkunç bir şirk vardır. Çünkü o Meryem, Kuran’daki surelerden birine adı verilen Hz. Meryem değil, “Theotokos / tanrı anası, tanrı doğuran” Meryem’dir. O bebek de, Allah’ın kulu ve Rasulü Hz. İsa (a.s.) değil, “Pantokrator” yani tanrı İsa’dır.   

Bu sebeple burada duygusallığa yer yoktur. Müslümanın sahip olması gereken basiret, feraset ve tevhid hassasiyeti bunun derhal reddedilmesini gerektirir. Haç ne ise, mana ve mahiyet itibariyle bu resimler de odur.

Bu hususta şunlara dikkat edilmelidir:

1- Hz. İsa ve Hz. Meryem’in Allah’a Şirk Koşulduğuna Dair Kuran-ı Kerim’in Mesajı

Önceki yazılarımızda Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Meryem annemizle ilgili Kuran-ı Kerim’in ortaya koyduğu gerçekleri anlatmıştık. Burada mealen şu ayetleri de hatırlatalım:

“And olsun, ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler kesinlikle kâfir oldu. Hâlbuki Mesih şöyle demişti: Ey İsrailoğulları! Yalnız, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Kim Allah’a ortak koşarsa, artık, Allah ona cenneti muhakkak haram kılmıştır. Onun varacağı yer de ateştir. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.” (Mâide: 72)

“Yahudiler, ‘Üzeyr, Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar ise, ‘İsa Mesih, Allah’ın oğludur’ dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah, onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar!” (Tevbe: 30)

2- Hz. İsa ve Hz. Meryem’in İslam ve Müslümanlar Nezdindeki Kıymeti

Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Meryem’in, İslam itikadında tevhid inancı doğrultusunda Müslümanlar nezdindeki itibarı ortadadır. Hz İsa (a.s.), kendisine kitap verilmiş ulu’l-azim peygamberlerden biridir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona “kardeşim” demiştir. Hadis-i şeriflerde Hz. İsa’nın (a.s.) ahir zamanda nüzul ederek (yeryüzüne inerek) İslam’a hizmet edeceği, şirke bulaşmış ehl-i kitapla savaşacağı, Hz. Peygamber’i (s.a.v.) temsil eden Hz. Mehdî (a.s.) öncülüğündeki İslam hareketine destek vereceği, İslam’ı yeryüzünde hâkim kılacağı ve Deccali öldüreceği bildirilmektedir.

Hz. Meryem annemizin iffeti ise vahiyle sabittir. Oğlu Hz. İsa’yı (a.s.) bir mucize olarak babasız dünyaya getirmesi Kuranî bir gerçektir. Burada Hz. İsa’nın (a.s.) yaratılışının bir mucize olduğunun altını önemle çizmemiz gerekir. Allah her çeşit yaratmaya muktedirdir. Hz. Âdem’i (a.s.) örneksiz, modelsiz, topraktan yarattığı gibi Hz. İsa’yı (a.s.) da babasız yaratmaya kadirdir. Nitekim Kuran’da Hz. İsa’nın (a.s.) yaratılmasının Hz. Âdem’in (a.s.) yaratılmasına benzediğine dair ayet vardır ve mealen şöyledir:

“Şüphesiz Allah katında (yaratılışları bakımından) İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘ol’ dedi. O da hemen oluverdi.” (Âl-i İmran: 59)

Bütün bu sebeplerle biz Müslümanlar Hz. İsa’ya (a.s.) ve annesi Hz. Meryem’e hürmette kusur etmeyiz. Bu, bizim itikadımızın gereğidir.

Ama bu iki zatın saptırılması sonucu ortaya çıkan putperestliği, çok tanrılı ilah telakkisini, dolayısıyla küfür ve şirki de asla makul ve hoş görmeyiz. Yani Müslümanlar Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Meryem’in nasıl büyük bir küfür ve şirke alet edildiğini çok iyi bilmeli, tavır ve hareketlerini buna göre belirlemelidirler.

3- Hz. İsa’nın (a.s.) İlahlaştırılmasının Batı Toplumu Başta Olmak Üzere İnsanlığı Sürüklediği Felaketler

Hz. İsa’nın ilah addedilmesi, batı toplumunda tarifi imkânsız felaketlere sebep olmuştur. İzah etmeye çalışalım:

1- Her şeyden evvel, tarih boyunca yaşanan insan putlaştırma/ “şahısperestlik” olaylarına Hz. İsa’nın ilahlaştırılmasıyla bir yenisi daha ilave edilmiştir. Nitekim Firavun da “ene rabbukumul a’la / Ben sizin en yüce rabbinizim” (Nâziat: 24) diyerek kendini ilah ilan etmişti.

Dolayısıyla Hıristiyanlıktaki “tanrı İsa” telakkisi, Firavunun ilahlaştırılmasının bir uzantısı gibidir. Bir farkla ki, Firavun ilahlığını bizzat kendisi iddia etmiş ve dayatmıştı. Hz. İsa (a.s.) ise bundan münezzehtir. (Mâide: 116-120) Onu, urucundan (göğe yükseltilmesinden) sonra, Aziz Pavlus adlı Yahudi öncülüğünde başkaları ilahlaştırarak şirk unsuru haline getirmişlerdir.

2- Ehl-i kitabın (konumuz özelinde Hıristiyanların) bu şirk temayülü, kendilerine gönderilen peygamberlerle de sınırlı kalmamış, din bilginlerine ve rahiplerine kadar sirayet etmiştir. Yukarıda mealini verdiğimiz Yahudilerin Üzeyr’e, Hıristiyanların da İsa’ya “tanrının oğlu” dediklerini haber veren Tevbe Suresi 30. ayetten sonra gelen 31. ayette mealen şöyle buyrulur:

“Onlar Allah’tan başka, hahamlarını ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.”

Bu ayetle ilgili olarak sahabeden Adiy b. Hatim (r.a.) şöyle anlatır:

“Rasûlullah’a geldim. Boynumda altından bir haç vardı. (O zaman henüz Müslüman değildi, Hıristiyan’dı.) Rasûlullah (s.a.v.) Tevbe Sûresini okuyordu. Bana ‘Ya Adiy! Şu boynundakini at!’ buyurdu. Ben de çıkardım attım. ‘Allah’tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler’ anlamındaki ayete (yukarıda mealini verdiğimiz Tevbe: 31. ayete) geldi. Ben, ‘Ya Rasûlallah! Onlara (haham ve rahiplere) ibadet etmezlerdi’ dedim.

Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:

‘Allah’ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah’ın haram kıldığına helâl derler, sizde helâl saymaz mıydınız?’

Ben de ‘Evet’ dedim.

‘İşte bu onları ilah edinmektir’ buyurdu.”[1]

Bu hadise de, Hıristiyanlıktaki insan putlaştırma temayülünün ne kadar ifrada gittiğinin bir delilidir.

3- Hz. İsa’nın tanrılaştırmasıyla Hıristiyanlık çok tanrılı bir inanç hüviyetine bürünmüştür. Bilindiği gibi teslis, “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh”tan oluşur. Bunlara ilaveten “tanrı doğuran / tanrı anası” hüviyetiyle Hz. Meryem de bir nevi ilahlaştırılmış olmaktadır.

Bu kabuller batı toplumunda kulun kula kulluğunu da beraberinde getirmiş; ama batı insanı bunu ortadan kaldırmak için İslam’ın vahiyle ortaya koyduğu tevhidi aramalı iken; tam tersini yaparak, çelişkilerle dolu bu çok tanrılı anlayışı izaha kavuşturmaya ve bu sistem içinde bir denge kurmaya çalışmış; yani bir batıldan bir başka batıla sürüklenmiştir.

4- Çok tanrılı din anlayışı, insan fıtrat ve aklında pek çok çelişkilere sebep olur. Bunun içindir ki batı insanında 18. asırdan sonra dinden kaçış ve/veya uzaklaşmalar başlamış ve bu hal, materyalizmin / pozitivizmin de tesiriyle kopkoyu bir ateizme sebep olmuştur. Bu da batı insanının yağmurdan kaçarken doluya tutulması anlamına gelmiştir.

Evet, insan putlaştırma ve çok tanrılı anlayış, fıtratı ve selim aklı hiçbir zaman tatmin etmez, edemez. Ama aynı şey ateizm için de geçerlidir.

İnsanlık tarihi incelenirse bir dine, bir inanca sahip olmayan hiçbir toplum olmadığı görülür.

Bu sebeple aslen İlkçağın Demokrit ve Epikür felsefesine dayanan ateist anlayış da, insan fıtratından şiddetle tepki görmüş ve tutunamamıştır. Tarihî seyir içinde hemen her dönemde arızi bir şekilde münferit ve nadir ateist eğilimler olmuşsa da; bunlar toplum nezdinde tasvip görmemiş, reddedilmiştir.

Bunun ibretlik bir örneğini yakın tarihten verebiliriz:

Hepimizin bildiği Soğuk Harp Döneminde, doğu bloku ateist bir kâinat anlayışını esas aldı. Sovyetler Birliğinde 1917 devriminden sonra ateizm resmî ideoloji oldu ve kuvvet kullanılarak, baskı ve zulümle insanlar ateist yapılmaya çalışıldı. Buna rağmen bu sistem yetmiş küsur sene yaşayabildi ve bu sürenin sonunda kendini ateist olarak tanımlayan insanların sayısı toplumda azdan da azdı. Çünkü ateizme / inkârcılığa ne fıtratta, ne akılda ne de müsbet ilimlerin mantığında yer yoktur.

Şu da var ki, insan fıtrat ve aklı, daima hadiselerin neden ve niçinliğini merak eder, bilmek ister. Müsbet ilimler ise olayların nasıllığını anlatmalarına rağmen niçinliğine cevap getiremezler. Bu sebeple niçinlik söz konusu olduğunda müsbet ilim de aciz bir hale düşer ve lisan-ı haliyle “Bizi yaratan ve nizama koyan bir kudret var” demek zorunda kalır.

Elhasıl ateizme geçmişte olduğu gibi günümüzde de akıl, mantık ve fıtrat ölçüleriyle yer yoktur.

5- Batı insanının serencamında insan putlaştırma, çok tanrılık, dinsizlik ve ateizmin ardından son kertede yeni bir musibet peyda olmuştur:

Siyonistlerin, tağutların, şeytanların ve insanlık düşmanlarının, ateizmden de süratle kaçmaya başlayan insanlar için kazdıkları DEİZM çukuru…

Deizm görünüşte bir yaratıcının varlığını kabul etmekle beraber, nübüvveti ve dolayısıyla da mükellefiyeti reddeden bir sapkınlıktır. Ülkemizde, özellikle gençlerimiz arasında ürkütücü bir hızla yayılan bu musibet hakkında inşallah müstakil makaleler yazma niyetindeyiz.

Hz. İsa’nın (a.s.) ilahlaştırılmasının batı insanına nelere mal olduğuna dair açtığımız bu parantezi burada kapatıyor ve diyoruz ki, Hz. İsa ve Hz. Meryem bugün hayatta olsalardı, isimlerinin bu şekilde küfür ve şirke alet edilmesinden Allah’a sığınır, bunu yapanları şiddetle telin ederlerdi.

Sonuç

Toparlamak gerekirse muharref Hıristiyanlıkta, tevhid kahramanı bir peygamber, bir put haline getirilip ilahlaştırılmaktadır. Bunun temsilcisi olan Vatikan eliyle de bu batıl din, bütün dünyaya hâkim kılınmak istenmekte, dolayısıyla da bütün insanlık dünyada şirkin karanlığına ve hurafelerine, ahirette de ebedî cehennem azabına sürüklenmektedir. Bu kirli oyunu oynarken batının vitrininde ise medeniyet, ilim, teknik, insan hak ve hürriyetleri gibi “şirin”  iddialar vardır. Ne yaman çelişki, ne korkunç tenakuz değil mi?

Gerçek şu ki, dünyanın batı kültürü eşliğinde şirke, insan putlaştırmaya, çok tanrıcılığa ve putperestliğe meyletmesi, insanlığın felaketi demektir. Buna mutlaka dur denmelidir.

Bu vazife de, tarih boyunca tevhidin bekçiliğini yapmış ve tarihî misyonunu tevhide göre belirlemiş Müslüman Türk milletine yakışır ve dahası mecburen yine ona düşmektedir. Çünkü bugün itibariyle dünyada bunu yapacak kabiliyet, kapasite ve donanıma sahip başka bir millet gözükmemektedir.

Onun için Müslüman Türk milleti, önce kendinin, sonra da bütün dünya insanlığının selameti adına, hak ve hakikatin tahrif edilip saptırılmasına asla müsaade etmemelidir.

Cami ve mescidlerin tevhid ruhuna sahip çıkmak, bu vazifenin olmazsa olmazlarındandır.

Çünkü dinlerarası diyalogun camilerimize kadar sirayet etmiş olması insanımızı, milletimizi, tüm İslam âlemini ve tüm insanlığı küfre, şirke ve sapkınlığa sevk eden, İslam’ın mahiyetini bozup tahrife sürükleyen bir felakettir. Buna bir dur denmesi, İslami ilimleri tahsil etmiş hocalarımız başta olmak üzere milletin bütün fertlerinin vazifesidir.

Yetkili ve sorumlular rûz-i mahşerdeki hesabı ve dünyadaki tarihî sorumluluğu düşünerek, dinî ve manevi felaket demek olan bu faciaları önlemelidir. Kamuoyu ve hepimiz bu büyük görevin yapılmasını bekliyoruz.


[1] Tirmizî, Berae suresi Tefsir, Bab 10, Hadis no: 3095.