AKLI örtük olanlardandı.

Dışarıdan bakıldığında kendi halinde, sessiz sakin görünürdü.

Kimseye bulaşmaz, kolay kolay kimseyi de kendisine bulaştırmazdı.

Onu herkes “Azatlı” olarak çağırırdı. Bir ismi var mıydı derseniz elbette anası babası ünlemek için kendisine bir ad vermişti ama bunu bilen yoktu. Unutturmuştu.

Onu çağırmak isteyen “Hey Azatlı” demek zorundaydı.

CEBİNDE her yanı kıvrılmış, biraz da parmak ıslatılarak açıldığından hafiften kirlenmiş deri kaplı bir defteri bulunurdu. Bu defterde gerçekten yazılmış bir şeyler var mıydı, bilmiyorum.

Varsa acaba onu kim yazmıştı onu da bilmiyorum.

Bir defasında kaşığa ihtiyaç olunca içeriye girmiştim. Neredeyse hırsız soymuş gibiydi.

Secde edilen yeri ile diz kısımlarının tüyleri dökülmüş deri bir seccadesi, yanında ahşaptan bir tesbih, sırt tarafları yırtılmaya yüz tutmuş bir Mushaf, tahtanın üzerinde bir hasır ve eski dokuma bir çul ile üzerine örtüp uyuyacağı rengi kaçmış bir battaniyesinden başka bir şey yoktu.

Dünya malı bu kadardı.

Acaba okuduğu bir kitap var mı diye haddim olmayarak gözlerim tecessüse meraklandı ama bir şey göremedi.

KÖHNE bir kulübede yaşardı.

Genellikle dağlardan ve ormandan topladığı otlarla beslenirdi.

Uzun boylu yemek yapmazdı ama çayını eksik etmediğinden demliği hep yanında olurdu.

Birkaç çalı çırpı toplayıp tutuşturur bir bardak bile içecek olsa çayını muhakkak demlerdi.

Kendisi çamdan oyulmuş ahşap bardağı tercih ederdi ama ola ki, bir misafiri olursa diye çelikten eski su bardaklarına benzer bir bardağı da daima yedeklerdi.

Misafir eğer birden fazlaysa bu bardak yudumlamalar şeklinde ortak idare edilirdi.

Ancak sizi temin ederim ki, en lüks yerlerde içilen çaylara yüz basardı.

Tadına doyamazdık.

YALNIZKEN yünden örülmüş yeleğinin iç cebinden o meşhur defterini çıkarır sayfalarını yavaş ve özenle çevirerek göz gezdirirdi.

Hayretle bakardı.

İlk kez görmüş gibi…

Ve “Varlığına şükür” derdi.

Bu cümle onun görüp okudukları üzerine söylediği bir cümle mi, yoksa diline perçinlediği bir virdi miydi anlayamamıştım, zira “Nasılsın?” diye sorulduğunda verdiği değişmez cevap yine “Varlığına şükür” olurdu.

KİMİN varlığına şükrediyordu ya da neyin varlığına çözememiştim.

Allah’ın bu dünyada bize garip gelen ne kadar çok kulu vardı böyle…

Çeşit çeşit, renk renk…

Ve kendine mahsus.

Her şeyi ve herkesi formatlamaya ya da kodlamaya alışmış modern zamanların insanı olan bizlere tuhaf geliyordu bunlar.

Belki de tuhaf olan bizdik.

Marjinalliğe sürüklenenler bizlerdik ama kendimizi sorgulamayı hiç düşünmediğimizden başkalarına etiketi hemen basabiliyorduk.

İFLAH olmaz meraklarım kimi zaman başıma iş açsa da kendimi sormaktan alıkoyamadım.

“Neyin ya da kimin varlığına şükrediyorsun bir zikir gibi?” dedim.

‘Seni köftehor’ der gibi muzip bir bakış fırlattıktan sonra “Elbette Allah’ın varlığına oğul” diyerek cevapladı. “Evvela O’nun varlığına, sonra O’nun var kıldığı, yarattığı her şeye” dedi.

Yeni bir suale fırsat tanımadan “Nazarım, Allah’ın kadri kıymetini hakkıyla bilemedik hiç olmazsa O’na şükretmekte geri kalmayalım. Rabbimizin bizler için yarattığı, hizmetimize verdiği her şeye şükrederek O’na olan şükür eksiğimizi tamamlarız ve belki de inşallah rahman ve rahim olan yaratıcımızın kadrini, kıymetini bilme yolunda bu vesileyle naçizane bir adım bile olsa atarak gayretimizi izhar etmiş oluruz” diyerek sürdürdü açıklamasını.

“Nasılsın?” sorusuna verdiği “Varlığına şükür” cümlesi şimdi daha bir anlam kazanmıştı.

“Allah olduktan sonra çektiğimiz cefaların, dertlerin, tasaların, kahırların, firkatin, yalnızlığın, derbederliğin, hastalıkların lafı mı olur” demek istiyordu belli ki…

Anlaşılıyor ki; “Madem Allah var ve O, hem Evvel hem Âhir o zaman başka ne varsa bu parantezin içindedir, dert etmeye değmez” mesajı veriyordu.

“Neyse O’ndan gelen hepsine sonsuz ve güzelliği adedince şükürler olsun” dersini veriyordu.

“Nasılsın?” denildiğinde belki bir gün bizde “Varlığına şükür” diyebilmeyi başarabiliriz de dünyadan azatlı olanlardan oluruz, ne dersiniz?

Ya Selam!