“İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler” demişti Sezai Karakoç. Bu söz, gerçekliğini koruyor. Astronotlar uzaya gönderiliyor, Mars’a ve Ay’a araçlar indiriliyor. Ama yere bakan yok. Belki bakmaya cesaretimiz yok, belki utanıyoruz. Çünkü baktığımızda, temiz bir bardak suya, bir dilim ekmeğe muhtaç milyarlarla komşu olduğumuzu görüyoruz. Komşusu açken tok yatan kimlerdendir?

Konfüçyüs “Düşünmeden öğrenmek zaman kaybetmektir, öğrenmeden fikir ileri sürmek ise tehlikelidir” demiş. Sadece öğrenip kimseye bir hayrı olmayanlar ve sadece düşünüp tehlikeli sularda yüzenler ne çok. Zenginlerin mallarında fakirlerin hakkı var diye biliyoruz. Fakat kim, nasıl alacak bu hakkı? Bu konu sadece tartışma meselesi değil. Cesaret, zekâ ve eylem de gerekli.

Küresel ticaretin hacmi artarken küresel adalet zayıflıyor. Mallar serbestçe dolaşırken, vicdanlar pasaport kuyruklarında bekliyor. Zengin ülkelerin en büyük korkusu, yoksul ülkelerin kendi ayakları üzerinde durması. Bu gerçekleşmesin diye türlü oyunlar oynanıyor. Marx’ın dediği gibi: İnsan, giderek kendine, emeğine ve toplumuna yabancılaşıyor. Esarete dayalı bir ekonomi kurulmuş.

Modern sistem, bireyi yalnızlaştırıyor, birbirine düşman ediyor. Tanımıyoruz birbirimizi; tanıştırılmıyoruz. Bu çağda Müslümanların vazifesi, sadece ibadetle sınırlı bir dindarlık değil; bağlantı kuran, adaleti önceleyen, sesi duyulmayanın sesi olan bir bilinçle hareket etmektir. İnsanları birbirine, cesarete dayalı bir ekonomi ile bağlamak mümkündür.

Var olamayan insan, bir çıkış arıyor. Varlığını duyumsamak için kanaat yerine tüketime sarılıyor. Oysa çözüm; insan doğasını dışlamayan bir sadelikte, hakikatte ve cesarette gizli. Gerçekleri görmek için göz kadar cesaret de gerekir. Peki, kendinden başlayarak dünyayı değiştirenler nerede? Dünyadan vazgeçip dünyayı dönüştürenler… Ama onun nimetlerini de unutmayanlar. Müslümanlar...

İki ekonomik model var. Birincisi sömürgeciliğe dayanan esaretin ekonomisidir. İkincisi ise cesaretin ekonomisidir. Cesaret ekonomisi insanın onurunu, hak ve özgürlüklerini korur. Faizsiz, israfsız, zekâtı merkeze alan, karz-ı hasene (karşılıksız borç verme prensibine) dayanan ve işçinin alın teri kurumadan ücretini ödeyen bir sistemi öngörür. Bu, delilik değil, Müslümanlıktır.