KÜÇÜKLÜĞÜMDEN beri tanırım.

Köyümüzün çobanıydı. Mahallemizde ne kadar koyun ve keçi varsa ona emanetti.

İşinin ehliydi. Mesleğini severek yapıyordu.

Onların doğru yerlerde beslenmesini önemser, seçimini buna göre yapardı.

Koyunların sağlıklı olmasıyla birinci önceliğiydi. İlaçları varsa vaktiyle vermesi, bir halsizlik gördüyse hemen müdahale etmesi onların doktorluğunu da üstlenmesi anlamına geliyordu.

Kimin ne zaman doğum yapacağını tahmin ederdi. Önceki günden bize hangi saatte mevki olarak nerede bulunacağını söyleyip gitmemizi isterdi.

En sevdiğimiz işlerden biriydi bu zira yeni doğmuş bir kuzudan dünyada daha güzel ne olabilirdi ki bir köy çocuğu için. Bir arkadaşımla söylenilen saatte orada olur ve yeni doğmuş kuzuyu kucağımıza nöbetleşe alıp taşıyarak sahibine heyecanla getirip teslim ederdik.

İşin en güzel yanı ise sahibinden bahşiş almaktı.

Hemen bakkala gider verilen miktara göre bir şeyler alır, kendimizi ödüllendirirdik.

Güttüğü koyunlara asla taş atarak yön değiştirtmeyen, kendince geliştirdiği yöntemleri kullanan çobanı omuzuna aldığı dikişsiz, kolsuz keçeden üretilen “Kepenek” içinde görmek bize muhteşem bir zevk veridi. Çok heybetli gelirdi bize.

KOYUNLAR mevsimine göre muamele görürdü.

Kimi zamanlar öğlende ağılda dinlenirlerdi. Annem ve kardeşlerimle gider bizler başlarından tutar annemde sütlerini sağardı.

Bazı sıcak zamanlarda ise köye dağılırdı.

Koyunların sahibi oldukları evlere tozu dumana katarak boyunlarındaki tongurdakların sesleri eşliğinde dağılmaları seyrine doyulmaz bir manzara sunardı gözlerimize.

Bir de sayılıp eksik olanlar tamamlandıktan sonra kuzuları annelerini emmeleri için bıraktığımızda her birinin annesini bulmak için hücum edercesine dağılmaları vardı ki, üzerine şiir yazılır.

ÇOBANIN en yakın mesai arkadaşı üzerinde eşyalarının bulunduğu ve yorulduğunda bindiği eşeği ve köpeği olurdu. Bir de elindeki değnek tabi ki. Bunlar onun ayrılmaz parçaları gibidir.

Elinde değneği ikindi serinliğinde harmana çıkan çoban kendine mahsus bir tonlamayla “Hey hey hey” diye ünlemeye başladığında mal sahipleri bu sesi iştir ve birer ikişer koyunlarını önlerine katıp harmana getirerek çobana teslim ederler.

Çoban ertesi öğle vaktine kadar önüne katıp götürdüğü sürüyü en verimli meralarda otlatır.

Öğlen yemeklerini koyun sayısına göre belirlenen süre boyunca haneleri gezerek yemeğini yer.

Bizim için muhteşem bir eğlencedir onunla olmak. Ayrıca normal zamanlara göre daha bir sofrada oturmayı da getirir. Akşamları çobana sıcak yemek götürülür.

Aşağı yukarı bulunacağı mevkiyi söylediğinden ergen çocuklar yoksa evin babası elinde stil ve çıkınıyla azık götürür ve çobanın sıcak yemek yemesi temin edilir.

Bu iş sırasında kaybolduğumuz da olmuştur ve başka çobanların köpeklerinin saldırısına uğrama korkusu da cabasıdır.

Ama şu yaşımda geriye dönüp baktığımda köy hatıralarım arasında bunlar en ön sırayı alır.

MİZAH sever bir insandı çobanımız.

Küçük diyerek hor görmez, seviyemize iner, muhteşem fıkralar anlatır bizi gülmekten kırıp geçirirdi.

Eğer bir imkân bulup şehirde büyümüş olsaydı adını hepimizin bildiği şöhretli mizahçılardan biri olabilirdi kesinlikle.

HESAP için babamla oturmuşlardı. İç ceket cebinde hiç eksik etmediği “Saatli Maarif Cep Ajandası” adını taşıyan defteri çıkardığında çobanda cebinden bir defter çıkarmıştı ki daha önce hiç görmemiştim bunu. Çocukluk merakı ve yaramazlığıyla yanına koyduğu bu defteri merakla karıştırmaya başladığımda içinde günlük notlar olduğunu görmüştüm.

Koyunlarına isimler vermiş, onlarla ilgili notlar yazmıştı.

Kimin keyifsiz olduğu, sürünün gerisinde kaldığı, halsizliği, topallıyor olması, hamileliği gibi pek çok bilgi yer alıyordu baktığım sayfalarda. Biraz daha ilerlediğimde başka bilgilere de denk geldim.

Bir sayfada gökkuşağından bahsediyordu. Diğerinde yağmurun şiddeti ile ne zaman başlayıp bittiği not edilmişti. Bir başka sayfada bulutların gelişini okumuş ve sürüyü çardağa götürmek gerek diyordu.

Topladığı mantarların sayısı yazıyordu bir başka yerde. Rüzgârdan bahsediyordu yine diğer yaprakta. Altında konakladığı ağaçlardan, gurbette olan oğluna olan özleminden bahsediyordu ilerleyen yerlerde.

Şimdiki aklımla tümüne bakabilsem kim bilir başka şaşırtıcı nelere rastlayacaktım.

O günden sonra bende günlük tutmaya başladım. Anlamlı olmasa da mutlaka bir şeyler yazdım.

Birgün fırsat bulursam birikmiş kendi defterlerime de göz atsam iyi olur.

Unuttuğum hangi duygular, hangi sevinçler ve hangi kırgınlıklar yer alıyor merak ediyorum.

Bir çobanın güncesi mi olur, demeyin. Oluyor işte.

Ya Selâm.