“Kolayca inanmayın, hemen sevmeyin. Ölçün, tartın sonra alın.” Kitleler yani bizler cami avlusuna bırakılmış bebekler misali hiçbir şeyden habersiz nefes alıp vermeye çalışıyoruz. Nasıldı ve nedendi, nereden gelmiştik, nereye gidecektik sorularını soramayız hiç. Fırsatımız olmaz, düşünemeyiz bile bu tür meseleleri. Sanki bir el, kitlelerin cahil kalması için uğraşıyor. Belli başlı kurumlar halkın daha malayani işler ile ilgilenmesi için ellerindeki büyük gücü kullanmaktan vazgeçmediler…

'Kolayca inanmayın, hemen sevmeyin. Ölçün, tartın sonra alın.'

Kitleler yani bizler cami avlusuna bırakılmış bebekler misali hiçbir şeyden habersiz nefes alıp vermeye çalışıyoruz. Nasıldı ve nedendi, nereden gelmiştik, nereye gidecektik sorularını soramayız hiç. Fırsatımız olmaz, düşünemeyiz bile bu tür meseleleri. Sanki bir el, kitlelerin cahil kalması için uğraşıyor. Belli başlı kurumlar halkın daha malayani işler ile ilgilenmesi için ellerindeki büyük gücü kullanmaktan vazgeçmediler…

Medyadan söz ediyorum. Faydası yok değildi medyanın ancak cahillik sonucunu görmezden gelemeyeceğimiz çok açıktı. Yönlendiriliş, sevk etme işlemlerinin tamamının yürütüldüğü ve dip dalga etkisiyle kitleleri sürükleyen algı kurumu. Tv yayınlanan sabah kuşağı programları akılla izah etmek mümkün mü bilemiyorum? Akşam kuşakları da omlardan farksız değildi hani. Haber kanallarındaki aynı yüzlerin her şeyi bilen heyeti ise hemen hemen her gün karşımızdalar. Siyasette, hastalıkta, savaşta, ekonomide. Hemen hemen her alanda konuşan konuşmacılar ülkenin cahil sarmalında olduğunun fotoğrafı gibi.

Bizi kuşatan; çağdışı aşırıcılık, bildimcilik ve genelleyicilik hükmünü uzun yıllardır sürdürebilmiş tek rejimlerdir! Bu ideolojik üçüz, aynı zihniyet ve ruhtan besleniyorlar. Maskeliler, çok yüzlüler ve yalancılar.

Zehirli zihinlerini, insanlığın içine kadar nüfus etmiş yapılarını ve anlaşılma noktasında zorluk çekilen yalpalı sözlerini gizlice yayabiliyorlar. TV programları üzerinden üretilmiş aşırıcılık ve genelleyicilik, cehaletin sesi ve görseli olarak odalarımıza girip uyuşturuyorken, cahilliğimize cahillik katan teknolojinin diğer cahil unsurlarını kabullenmeye başlamıştık bile. Heterojen kisvenin homojen diyalektle servis edilmesini gönül rahatlığı ile kabullenir olmuştuk artık.

Ne önemi vardı bunların? Ne diye anlatıyorsun ki bunca şeyleri? Diye sorabilir, düşünebilirsiniz haklı olarak. Benim işim de bu. Röntgen filmini okuyorum.

Biz; önce eleştirir, sonra kabul ederiz. Bizim top- lumsal DNA kodumuz tam olarak böyledir. Fakat kabul ettikten sonrası tam bir uyuşukluk halidir. Zihnimizin bakir kalmış ormanlarını ve düşüncelerimizi çoraklaştırıyorlar. Medya ile aptallaşmayı ve cehaleti örgütlüyorlar. Çoğu zaman sosyal dinamiklerin kendi içinde şahit olduğu zorlu hayat serüvenlerini, çekincelerini, endişelerini, umutsuzluklarını, yok edecek kurgusal maskeyle bürünmüş illüzyonistlere dönüşüyorlar.

Cehalet toplumsallaştırıldıkça daha kolay hükmedilir bir hale gelir ve bu yadsınamaz realite bir yanda dururken, neden bilgi toplumu hali- ne gelip öz medeni tasavvurumuzu kavramalıyız ve neden bunu istesinler ki sorularını sormamıza fırsat vermeden yaparlar bunu.

Ho'm(ojen) insanı desteklerler ve toplumun buna kanalize olmasını beklerler. Ama önce cahilleşmiş bir sosyal nüfus gereklidir. Parayı böyle kazanırken ve saltanatlarını böyle devam ettirirlerken neden bilgi toplumu haline gelmek için çaba sarf etsinler ki sorusu zamansızdı ar- tık. Çünkü aklının yarısını 'akıllı telefona', diğer yarısını 'navigatöre' teslim etmiş, 'menfur ne- siller' varken ne diye bilgi toplumundan söz et- sinler. Akıllı telefonlar eşliğinde düşünmeyen bir nesil varken ne diye geliştirici eğitimlere tabi tut- sunlar. Ne diye eğitsinler ve bunun dayanışması içinde olsunlar. Eğitimin dernekleştirilmesi, bazı özel kurum ve şahsiyetlere indirgenmesi dışında ne diye gerçek anlamda bir medeniyet tasavvuru anlayışında adım atılsın. Hali hazırda eğitim üzerinden aklanan onca sermaye vardı cahil sarma- lında.

Sorular birbiri ardını takip ede dururken cahil sarmalının modern zamana yansımasının sebeplerini düşünmeye başladım. Kim, ya da kimler yapıyordu bunu dünyaya? Cahillik sarmalını kargaşaya dönüştüren unsurlar nelerdi?

Komplo teorisyenleri mi, her biri alanında uzmanlaşmış ve attığımız her adımı soracak hale geldiğimiz astrologlar mı? Gençler mi yaşlılar mı, iç güçler mi -dış güçler mi, annemiz mi- babamız mı yoksa en yakın dostlarımız gördüklerimiz miydi cahillik kargaşanın sebebi. Yoksa topyekûn biz mi? Asılana bakacak olursak tek sorumlusu biz insanlardık.

Beş bin yıldan daha fazladır gelişen ve yenilenen dünya da insan olduğu yerde patinaj çeken tek canlıydı. Tüm teknolojiler ve yaşam şekille- rinin değişmesine rağmen değişime uğramayan tek şey düşünce sisteminin kendisiydi. İnsanın var oluşundan yana yürüttüğü içgüdüsel yönet- me arzusu hiç değişmedi.

Kibri, kıskançlığı, bayağılığı, basitliği hiç değişmedi ve gelişmedi. Çağlar ötesinden kalma bir kaşığı bile yemek yerken kullanmayan insan nasıl oluyordu da çağlar ötesinden kalma anlayışların kölesi olabiliyordu böyle sistemleri nasıl kullana- biliyordu? Nasıl olur da içinde taşımıştı kibrini ve bencilliğini. Bunun böyle olmadığına inanmak hastalık. Toplumlar var oldular, kavimler yıkıldı ve yerlerine yenileri geldi. Değişti kısaca her şey ama bencillik ve narsisizm konforunu korumayı başarmıştı.

Dar görüşlü umutsuz zihinler yaşamayı başarmıştır. Düşünce her zaman var olmuştur. Asfalt gibi zifir karanlığına hapsolmuş zihinlere rağmen aydınlık ve fikirde öyle ancak ne zaman ki düşünce ve fikrin yozlaşmasıyla oluşan ve gittikçe biriken cehalet sarmalı en nihayetinde düşünce özürlülüğünün beklemesine sebep olmuştur. Düşüncede özgünlük, yaşamda özgünlük ve birçok metinlerde karşılaştığımız altı sipürütüelist düşünürler tarafından boşaltılmış şu söz ise kaynatıyordu kazanın içindeki sarmalı; 'kişi kendi olmalı'.

Kişi kendi olmalı ama nasıl?

Bu doğru bir söylem gibi görünür başta ancak teoride geçerlidir. Pratikte kişi kendisi zor olur. Hele ki cehalet sarmalına tutu-

nan bir topluluk için bu hiç mümkün değildir. Düşünce özürlüsünün zaten kendisi olma gibi bir derdi yoktur. Olamaz da. Bu derdin olmayışı en çok da kolektif olarak bir araya yığılmış düşünce özürlüsü insanların yaşama bakış açıları- na göre ve sınırlı algılarına göre hayat sürmekte olan ve bu matrisin dışına çıkmak isteyenleri zorlamıştır. Dar alanda geniş bilgisizlik deni- zinde yüzen cahillerin tutunduğu bir sözdü. Derler ya hani coğrafya kaderdir. Doğru kaderdir. Ancak sözü edilen coğrafya neresi? Dünyayı tamamını coğrafyanın kendisi olarak görürsek bu sarmaldan kaçışın olmadığını fark edebili- riz. Belki o zaman bu farkı anlayanlar ile başka bir coğrafya temin edilebilir ya da inşa edebili- riz. Yani 'mümkün değil desene şuna' diyenleri duyar gibiyim ancak tek yol farkındalığın art- masından geçiyordu. Karşısında duramadığınız her kötülüğün bir gün sizi de etkileyebileceğini unutmadan yaşayabilmek ise metinlerde karşılaştığımız erdemli sözlerden birisi oluyordu.

Sözün kısası batan güneş olmaya devam ediyoruz. Enformasyon çağının tam göbeğinde cahil kalışımızı kutluyoruz.