Her şey şöyle başlamıştı. “Düşünüyorum öyleyse varım”(Descartes) Şimdi ise;
“Görünüyorum öyleyse varım”. Var mıydık gerçekten? Yoksa bir yanılsamanın
adı mıydı görünmek?…

Düşünmek ile görünmek arasındaki çizgi bu kadar net. Düşünce var olmanın
adıyken görünür olma telaşının kişilerin iç dünyasında “aslında kimim”
sorusuyla her daim çatışma içinde olacak. 

İnsanoğlunun varoluşsal sorgulamaları, tarih boyunca birçok düşünürün
kaleminden dökülmüştür. Sokrates’in “Kendini bil” öğüdünden Nietzsche’nin
“Tanrı öldü” çığlığına kadar varoluş, insanın en temel sorularından biri
olmuştur. Bununla birlikte, çağımızda bu derin felsefi tartışmaların yanı sıra,
varoluş kavramı magazin dünyasında da kendine sıkça yer bulmaya başladı.
Magazin, genellikle yüzeysel ve geçici bir ilgi alanı olarak görülse de, aslında
bireylerin kimliklerini, değerlerini ve varoluşsal durumlarını sorgulama
biçimlerini etkileyen önemli bir mecra haline gelmiştir. Sosyal medya
platformlarının yükselişiyle birlikte, magazin kültürü, bireylerin kendilerini ifade
etme ve var olma biçimlerini değiştirmiş hatta  şekillendirmiştir. Artık bir bireyin
kimliği, büyük ölçüde takipçi sayısı, paylaşımları ve medyada nasıl yansıtıldığı
ile ölçülmektedir. Özel hayat kaygısının ortadan kalktığı ve herkesin içe içe
geçtiği, bütünleşik bir çağın adıydı bugün.

Fransız filozof Jean-Paul Sartre, varoluşun özden önce geldiğini belirtirken,
bireylerin kendi anlamlarını oluşturmaları gerektiğini savunmuştur. Ancak
çağımızda bu anlayış, magazin dünyasında öne çıkan imajlar ve popülarite ile
karmaşık bir hal almıştır. Bireyler, kendilerini var etmek için sosyal medyada
ve magazinlerde sergilenen ideal imajlarla yarışmakta ve bu durum,
varoluşsal bir kaygı meydana getirmekte. İmajın ön planda olduğu bu
dünyada, bireylerin içsel benlikleri, dışarıdan gelen beklentilerin gölgesinde
kalmakta ve gerçek benliklerini bulma çabaları zorlaşmaktadır. Artık gerçek
olana ulaşmak güçleşiyor!

Magazin, bireylerin kendi kimliklerini bulmalarına zemin hazırlarken, aynı
zamanda belirli bir standart dayatmakta ve bu standartlara uymak için
çabalamaya yönlendirmektedir. Foucault’nun güç ve bilgi ilişkisi üzerine
yaptığı vurgular, çağımızda magazin dünyasının bireylerin kimliklerini nasıl
şekillendirdiğini anlamamıza yardımcı olabilir.  Ne diyordu; Bireyler, toplumsal
normlara ve beklentilere uyum sağlamak adına, kendi öz benliklerinden
uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu durum, bireylerin kendi
içsel yolculuklarına dair kaygılarını artırmakta ve varoluşsal sorgulamalarını
derinleştirmektedir.

Öte yandan, magazin kültürünün getirdiği yüzeysel mutluluk arayışı, bireylerin
gerçek anlamda ne istediklerini sorgulamalarına engel olurken, popülerlik ve
beğeni sayıları üzerinden tanımlanan başarı, bireyleri gerçek mutluluk ve
tatmin duygusundan uzaklaştırmakta, sahte bir varoluş hali peydahlamakta.

Bu noktada, varoluşun derinliklerine inmek ve kendi içsel benliğimizi
keşfetmek, belki de en önemli görevimiz olmalıdır.

Yanisi şu dostlarım; varoluşun çağımızdaki tek yolu olarak magazin, bireylerin
kendilerini ifade etme biçimlerini dönüştürürken, aynı zamanda varoluşsal bir
sorgulama alanı açmaktadır. Var oluş çabası içindeyken yok oluşun resmi ile
karşılaşılabilinir. Bir zaman sonra bu durum, derin felsefi sorulara ve bireyin
kendi içsel yolculuğuna dair kaygıları da beraberinde getirebilir. Belki de asıl
soru, magazine teslim olmak yerine, bu yüzeysel dünyanın ötesine geçerek
kendi varoluşsal anlamımızı nasıl bulabileceğimizdir.