GİTMEDİĞİ eşik, çalmadığı kapı kalmamıştı. Bunu bir hobi haline getirmişti. Bir müddet bir yere gidiyor oranın kendisine ilginç gelen yanlarına dikkat kesiliyordu. Dışarıdan bakan dostları onu ‘Kendisini arayan bir derviş’ sanıyordu. Hatta kendisi de böyle inanıyordu.

GİTMEDİĞİ eşik, çalmadığı kapı kalmamıştı. Bunu bir hobi haline getirmişti. Bir müddet bir yere gidiyor oranın kendisine ilginç gelen yanlarına dikkat kesiliyordu. Dışarıdan bakan dostları onu 'Kendisini arayan bir derviş' sanıyordu. Hatta kendisi de böyle inanıyordu.

Oysa irfan böyle bir şey değildi.

Nefes almaya çalıştığı yerler ona 'Kendisinden' değil bambaşka gizemli işaretlerden bahsediyordu. Geleceğe dair tarih düşürmeler, işaretler, remizler, kerametler alıp başını gidiyordu sohbetler sırasında. Anlamak ve yaşamakla yükümlü olduğumuz kitap ise 'Mübin' idi yani apaçıktı. Sahibi böyle tarif etmişti. Açık olanı anlamak ve tatbik etmek yerine onun ilgisini giz barındıran konular çekiyordu.

Bu yöndeki şiirleri okuyup ezberliyor yine bu tarzda deyişleri dilinden düşürmüyordu.

Rumuzları ararken kendini unutmuştu.

Hatta kaybetmişti.

Onun bu merakına vakıf olanlar doğruyu işaret etmek yerine eline yeni malzemeler veriyorlardı. Hayatını kendi izini bulmak yerine başka izleri takip ederek geçirdi.

Bir gün tesadüf diyemeyeceğimiz ama tesadüf gibi bir karşılaşma yaşadı. Aslında kendisiyle ilk karşılaşmasıydı bu. Tanıştırıldığı bilge kişi ona ilk söz olarak 'Gizem avcılığı yapmayı bırak, tasavvuf bu değil' dedi.

Şaşaladı. Sarsıldı.

Kabul etmek istemedi zira yıllarını bir çırpıda çöpe atmak kolay değildi.

Onun bu halini gören arif, sözü daha fazla uzatmak istemedi. Meseleyi birkaç özlü cümle ile künhüne bağladı.

'Elvermeye her el layık değildir evladım' demişti.

Bu kadar mükemmel bir tarif yapılamazdı. 'Dinin emir ve yasakları konusunda yakîn sahibi ol. Bu emir ve yasaklardan şüphe duymamak demektir.'

Bu son cümleyi tam bir yere oturtamamıştı ama nasihat sayılabilecek son sözleri ise hiç aklından çıkmamıştı.

'Şeytan gibi değil Âdem gibi davran evladım. Şeytan suçu Hakka yükler Âdem ise kabahati kendinde görüp tövbeye yönelir. Aralarındaki temel fark budur.'

Yıllar ardı sıra devrilmiş kendisi de yaşlanmıştı. Artık dostlarına hatıralarını anlatıyordu.

Bu da onlardan biriydi.

İkimizin de ilgisini çeken ve üzerinde düşünmemizi sağlayan fikirler yakaladığımızdan tekrar gittik ertesi gün.

Bu defa aşk nöbetinden bahsediyordu.

Önce şaşırdık. Az buz bir şaşkınlık değildi bu üstelik. 'Nasıl yani, aşkın nöbeti mi olur?' diyecek olduk ama yapamadık, zira konuşma devam ediyordu.

'Evlatlarım' dedi. Bu hitap genellikle söyleyeceği hususa hem daha fazla dikkat çekmek hem de ehemmiyetini pekiştirmek içindi. Bu onun sohbet özelliklerinden biriydi.

'Aşkın kısa veya uzun sürmesi değil mesele… Belki aşk kapına hiç gelmeyebilir, bu da değil mühim olan…'

Şaşkınlık üstüne şaşkınlık… 'Nedir o zaman?' dedik hep bir ağızdan. Devam etti, 'Önemli olan sizler aşkın sadık nöbetçileri misiniz, değil misiniz? Ya da daha ehemmiyetlisi buna ne kadar hazırsınız?'

Muradına erdikten sonra azalıp, sönen bir ilgi değildi anlattığı. Gözlemlerimizle biliyoruz ki, aşık maşuka vuslat ettikten sonra 'Firkat' bittiğinden fırtına diniyor, gözler açılıyor, eleştirilebilecek yanlar belirmeye başlıyordu. İşte bu sebeple kavuşulamadığında aşk, beraber olduktan sonra sevgiye dönüşüyor o zirve duygular deniliyor.

Sanırım bunları o bizden daha iyi biliyordu. Saçı sakalı boşuna ağartanlardan değildi. Hepimiz bu nedenle muradını anlamaya çalışıyorsak da bunu başaramamıştık.

Tavsiyelerle bitirdi konuşmasını.

  • Sizler aşkın nöbetçileri olun.
  • Her daim tetikte, teyakkuzda bulunun.
  • Ruh alıştırmaları yapın.
  • Nöbetini tutamadığınız, uğruna nefsinizden geçemediğiniz şey aşk olmaz.

Sonrasında dağıldık ama sadece bedenen değil zihnen de öyle olduk. Tam bir çözümleme yapamadık. Aklımızda kalan şey 'Aşkın nöbeti'nin olduğuydu.

O gelmeyecekse bile gelebilme ihtimalini gelmiş saymak gibi bir şeydi.

Sanırım.

Ya Selam!