ÖLÜMÜ TEĞET GEÇMEK

Sanırım hiç istisnasız herkesin çok iyi bildiği şey, Dünyanın tek gerçekliğinin ölüm olduğudur. Bu kadar gerçek ve hatta tek gerçek olan ölüm ile aramızda ki bu denli büyük mesafenin sebebi nedir?

Korkuyoruz ölümden. Konuşmaktan korkuyoruz. Hayalinden dahi ürküyoruz. Annemizi, babamızı, evladımızı ve kendi hayatımızı kaybedecek olmaktan korkuyoruz.

Korktukça konuşamıyor, korktukça yüzleşemiyor ve korktukça aramıza mesafeler koyuyoruz ölümle. Bu duruma şöyle de izah etmek mümkün. Pisliği halı altına atarak etrafın temiz olduğu zehabına kapılmak ve ya, kafayı kuma sokarak tehlikenin geçtiği zannıyla kendimizi aldatmak…

Bir de olayın psikolojik boyutu var elbette!

Zamane mesleği olan psikiyatri ve psikoloji, bizleri ölümü unutmakla, düşünmemekle koşullaması yetmezmiş gibi birde, anı yaşamaya angaje edişleri yok mu !?işte tam da yıkıldığımız ve kaybın en büyük olduğu durumlardan bir tanesi de budur.

Artık bu gerçek ile yüzleşme vakti gelmedi mi?

Artık pisliği halının altına ata ata, arşı alayı kaplayan pis kokulardan bıkkınlık gelmedi mi?

Artık, korkunun ölüme faydasının olmadığı gerçekliği ile yüzleşme vakti gelmedi mi?

Oysa evlerimizde, iş yerlerimizde, sohbetlerimiz de konuşmamız gereken en birincil konu ölüm olmalıydı. Ne kadar konuşabilir, ne kadar yüzleşebilirsek o denli kabullenecek ve o denli onunla barışacak, acımız ve kaybımız ne kadar büyük olursa olsun metaneti elden bırakmayacaktık.

Yüzleşmemiz gerekiyor ölümle. Öyle ki, henüz beş yaşında ki çocuğumuzla dahi ölümü konuşabilmeli, bir gün annesini, babasını, kardeşlerini kaybeceğini lisanı hal ile onunla paylaşmalıydık.

Bize, ölümü unutturan etkenlerden bir tanesi de, ruhun hiç yaşlanmıyor olmasıydı. Yetmiş yaşında ki bir kişinin ‘’ ruh yaşım on sekiz ‘’ deyişinin ve bunu söylerken ki hedonist dürtünün sebebini bir türlü kavrayamamış olmamızdı. Oysa bu duygu, selim bir aklın değil, hedonist bir dürtünün ürünüydü ve kişinin kendi kendisini kandırmış olmanın en tehlikeli haliydi.

Evet, ruh yaşlanmıyordu.

Alabildiğince genç, dinamik ve haz doluydu. Hele de onu frenleyecek, çeki düzen vermesini sağlayacak bir takım ahlaki ilkelerin yokluğunu da hesaba katarsak, genç olan ruh, insanın en büyük düşmanıydı.

Öyle ya! Henüz on sekiz yaşındaydı ruh. Hala hazcı, hala doyumsuz ve hala tamahkârdı ruh. Böylesi bir haleti ruhiye, gündemine ölümü neden alacaktı ki!?

Yaşamak vardı doyumsuzca ve henüz ölümü gündemine alacak kadar yaşlı değildi ! Zira yaş henüz on sekizdi…

Oysa ölüm, geldiği zaman ne yaş sorardı ne genç tanırdı. Koluna taktığını alıp götürürdü. Milyonlarca kez tanık olmuştu insan. Ama yaş on sekizdi ve bu denli genç olan ruh, görmüyor ve görmek dahi istemiyordu.

Zevk, sefa ve eğlence anlamın da henüz on sekiz yaşında olan ruha, muhteşem bir menü sunuyordu Dünya. Bu hazzi Dünya da ölümle ilinti kurmanın, onu hatırlamanın ve böylesi hazzın hakim olduğu ortamı ölüm ile sabote etmenin manası neydi!?

Bu uyuşturucu halin, bu transın ve bu ilizyonun etkisi altına aldığı, kandırıp sorunsuz ve sorumsuz kıldığı kitleler, akın akın ölümsüzlük tiyatrosu oynuyordu.

İster konuşun ister konuşmayın, ister yüzleşin iter kaçmaya devam edin. İster hazırlanın isterseniz üç maymuna iltifat etmeye devam edin. Ama biliniz ki belki yarın ve belki yarından da yakın…