YERİN BİLE AĞZI VAR İNSANI YİYEN

Başımıza gelen bazı hadiselerden, insanı ve kâinatı doğumundan ölümüne kadar, tarihten bu güne kadar çok büyük bir iradenin ve kaderin idare etmekte olduğunu biliyoruz.

Süfli âlemin kapısında, şöhrete, şehvete, servete, güvenceye, eşyaya, dünyaya götürecek vasıtaların, şatafatlı bir hayatın peşinde koşup duruyoruz.

Çoğu insandan, özellikle yaşlılardan sıkça duyarız: “Geldik gidiyoruz! Bu dünyadan bir şey anlamadık.”

Her türlü etkinliğin mukaddesat kurallarına göre değil, ekonomik amaçlara ve çıkarlara göre düzenlendiği, ihtiyar dünyanın zillet dolu günlerinde yaşıyoruz.

Kendimizden, kendi çıkar ve menfaatimizden başka görebildiğimiz, düşünme haysiyeti gösterebildiğimiz hiçbir mesele ve hiçbir değer yok gibi…

Bir nefislerimiz ve bir de süfli emellerimiz hüküm sürüyor.

Hangi dalı çiçek bürümez, hangi çiçek bal vermez, hangi bağda bülbül ötmez, hangi dağda kurt ölmez? Onu çok iyi biliyoruz.

Kandile yağ nerden ve kimden damlar? Nerden cebim dolar? Onu da çok iyi biliyoruz.

Bolluk o dereceye kadar vardı ki bağlar bahçeler, tarlalar arsalar, villalar, sırçalı köşkler, rezidanslar, her kapıda çifter çifter arabalar, yazlık ayrı kışlık ayrı evler, her ilde daireler çoğaldı da çoğaldı. Ama günden güne eksilen bir şey var: Şükür.

Çoğalan bir şey var; nankörlük, bencillik ve kibir.

Vah! Vah!

Demek ölmüş.

Oysa ne kadar çok parası vardı!

Dört beş sene daha yaşayabilmek için, dünyanın en ünlü doktorlarına en iyi hastanelerde ne kadar çok para harcadı!

Ömrünün son on yılını yedek parça takılmış olarak, sanki uzatmaları oynar gibi elden düşme ikinci el olarak geçirdi.

Zenginlik, belki bu uzatmalara yaradı ama ölmemesine yarayamadı.

Katarlar dolusu, dağlar kadar onca parayı kazandı sahibi oldu, amma ölmesine çare olmadı.

Şimdi zengin olmak istiyor musun?

Bırak be! Fakir kalalım.

“Bağcılar’da beş katlı çift daireli apartumanım var! Kartal’da ada manzaralı üç dairem var. Bağdat caddesinde, falanca iş hanında yedi tane tükanım var. Takip etmekte zorlanıyorum. Kiraları tam ödüyorlar mı? Onu da bilmiyorum.” O kadar cömert arkadaş.

İnsanın, dairenin birini bana ver diyesi geliyor. Ama denmiyor tabi!

Senin olsun kardeş! Benim başımı belaya sokma!

Zenginler sayesinde insan kendini keşfediyor. Umudun çayının deminden daha koyu olduğunu hissediyor.

Yazımızın başındaki bu belirsizliği, sonunda ki bir hikâye ile netleştirelim.

……

Tımarhaneye yeni düşen bir deli, binayı dolaşırken bodrumda bir koridor keşfetmiş. Bakmış ki on beş yirmi deli bir kapının önünde kuyruk olmuşlar, kapıdaki bir delikten içeriye bakıyorlar. Bu da kuyruğa girmiş. Sıra kendisine gelince deliğe gözünü uydurup bakmış ama bir şey görememiş. Dikkatle bakmış yine bir şey görememiş. Daha da bakacakmış ama arkadakiler acele etmesini söylemişler. Böylece yerinden ayrılıp tekrar kuyruğa girmiş. Ve bu böylece akşama kadar devam etmiş. Velakin her defasında bir şey görememiş.

Ertesi gün ve ertesi gün yine aynı şey sürüp gitmiş. Delilerin her biri deliğin önünde sadece birkaç saniye kalabiliyor, hiç biri yeteri kadar bakamıyormuş. Zira bodrumdaki koridoru ve “deliğe bakma” olayını keşfedenlerin sayısı artıyor ve kuyruk büyük bir izdihama dönüşüyormuş. Bizimki bir ay kadar sonra yine kuyrukta sırasını beklerken önündeki deliye demiş ki:

-Yahu, tam bir aydır burada kuyruğa giriyorum. Her gün beş altı kere de sıra gelmesine rağmen hiçbir şey göremedim.

-Hop hooop, demiş beriki;

-Biz bir yıldır bakıyoruz da bir şey göremedik.

Kalın Sağlıcakla…