“Trabzon’da Estirilen Pontus Rüzgârları” adlı yazımızla bir hafta ara vermek zorunda kaldığımız dinde reform hezeyanını etkisiz kılacak çareleri anlatmaya devam ediyoruz.

'Trabzon'da Estirilen Pontus Rüzgarları' adlı yazımızla bir hafta ara vermek zorunda kaldığımız dinde reform hezeyanını etkisiz kılacak çareleri anlatmaya devam ediyoruz.

Bundan on beş gün evvelki aynı başlığı taşıyan yazımızda, dinde reform hezeyanını etkisiz kılmak için üç şey lazım geldiğini ifade etmiş ve bunlardan ilk ikisi olan 'edille-i şeriyyeyi doğru anlamak' ve 'ulemayı doğru anlamak' konularını kısaca izah etmiş idik. Üçüncü madde olan 'İslam müktesebatını doğru anlamak' konusunu da bu yazımızda açacağız.

III- İSLAM MÜKTESEBATINI ANLAMAK

Müktesebat, kesb ve iktisap kelimeleriyle aynı kökten gelir, 'kazanılmış / edinilmiş bilgiler' demektir. İslami manada dinin temel kaynakları olan Kuran ve Sünnet'ten ortaya çıkan bütün ilim dallarını, bütün şerh ve açıklamaları, teorik ve pratik bütün İslami edebiyatı içine alır. On dört asırlık tarih içinde ortaya çıkan İslam medeniyetinin bütün tezahürleri, ilmî ve fikrî bütün hasılatı bu müktesebatın muhtevasını teşkil eder.

Tarihin bir benzerini kaydetmediği; ilim, fikir, inanç, ibadet, ahkam, ahlak vs. gibi pek çok cihetle ortaya çıkan bu devasa zenginlik, 'medeniyet' kavramının bütün unsurlarını ihata ederek insanlığa yön vermiştir. Konunun detaylarına inerek bu müktesebatın gerek İslam dünyasına gerekse dünya geneline etkilerini anlatmak ciltlerle kitap yazmayı gerektirir.

Dinde reformcular, İslam alimlerinin insanlığa hediye ettikleri bu ilim hikmet hazinesine, küçümseyici bir tavırla 'gelenek' yahut 'klasik kaynaklar' derler, onu dışlar yahut en azından hafife alırlar. Halbuki İslam'ı doğru anlamak bu müktesebatı doğru anlamaktan ve ona tabi olmaktan geçer.

'İslami müktesebatı doğru anlamak' diyerek neyi kastettiğimizi şu üç başlık altında anlatmaya çalışacağız:

Kuran'ı doğru anlamak, Sünneti doğru anlamak, İcma ve Kıyas'ı, başka bir ifadeyle fıkhı doğru anlamak.

1- Kuran'ı Doğru Anlamak

Reformistlere göre Kuran bugüne kadar doğru anlaşılmamıştır ve dolayısıyla da Kuran'ın gereğiyle amel edilmemiştir. Bu elbette ki gayrı ilmî, ciddiyetten uzak ve maksatlı bir söylemdir.

Doğrusu odur ki, Kuran Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminden beri anlaşılmış, anlatılmış, yaşanmış, kuşaktan kuşağa, nesilden nesile intikal ederek günümüze kadar gelmiştir.

Çok merak ediyoruz, bu iddiayı seslendiren reformistler, hak ve adalet kaynağı İslam'ın on dört asır boyunca ortaya koyduğu mesut neticeleri, bütün dünyayı aydınlatan İslam medeniyetini acaba nasıl izah edecekler? Edemezler; tarih bu nankörlerin suratına lisan-ı haliyle tokadını çarpar.

Evet, Kuran başlangıçtan beri anlaşılmış ve hedefleri doğrultusunda tatbik edilmiştir. Kuran'ın anlaşılmasında ve yaşanmasında en büyük teminat, Sünnet / hadisler, Sahabe, Tabiin ve Tebaitabiin denen üç neslin ortaya koyduğu samimiyet ve gayrettir. Fakat şu da bir gerçektir ki Kuran'ı bütün derinlik ve hikmetleriyle idrak etmek de mümkün değildir. Çünkü Kuran'ın ilim ve hikmet cihetleri ve incelikleri namütenahi bir atmosferdir. Onun künhünü ancak Allah bilir. O, noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf Allah'ın kelamıdır. Lafzıyla da, manasıyla da mucizedir.

Onun için 'Kuran'ı doğru anlamak'tan maksadımız esasen bidat ve dalalete sapmadan, sırat-ı müstakim caddesinde yol almak açısından onun ışığına olan ihtiyacımızdır.

Bu manada Kuran'ı anlamanın yolu, kendilerine Kurancı diyenlerin zannettiği gibi felsefi metodlarla akıl yürütmek değildir. Kuran'ı anlamak, ancak doğru tefsirle mümkün olur. Tefsirde ilk evvel başvurulacak kaynak ise Sünnet ve hadislerdir. Bunu yapacak olanlar da Tefsir Usulü ilmini bilen ulema yani müfessirlerdir.

Bu müfessirlerin taşıması gereken olmaza olmaz şartlar vardır ki bunlar kaynaklarımızda uzun uzun anlatılır. Bu ayrı bir araştırma konusudur. Şu kadarını söyleyelim ki ulemanın beyanına göre, gerçek anlamda bir müfessirin, gerek alet ilimlerinden, gerek usul ilimlerinden, gerekse de esas ilimlerden bilmesi gereken toplamda 24 ilim vardır. Şimdilik bu detaylara giremiyoruz.

30 ciltlik Taberi Tefsiri, Kuran'ın tamamını bu şartlar çerçevesinde tefsir eden ilk eser olarak örnek bir Kuran tefsiridir. Bu tefsire bakıldığı zaman Kuran'ın, genellikle Hz. Peygamberin (s.a.v.) sünnet ve hadisleriyle tefsir edildiği görülür. Halbuki reformcular, başka bir ifadeyle kendilerine Kurancı diyenler, Kuran'ı salt akılları ve felsefi metodlarıyla tefsire kalkışırlar ki bunun adı, hadis-i şerifte sonunun cehennem ateşi olduğu haber verilen 'kendi reyiyle Kuran'ı tefsir'dir. Evet, kim Sünnet ve hadislere, ulemanın ortaya koyduğu tefsir kural ve kaidelerine uymadan Kuran'ı tefsire kalkışırsa, onun yaptığı tefsir olmaz; kendi keyfine, kendi arzusuna göre Kuran'ı suiistimal etmek olur. Bunu yapanların hadis-i şerifte 'ateşe hazırlanmak'la tehdit edilmesinin sebebi budur.

Tarih boyunca gerçek ulemadan olan bütün müfessirler, ilmî ölçüler içinde riayet edilmesi lazım gelen tefsir şartlarına harfiyen uymuşlardır. Sünnet ve hadislerle tefsiri esas alan rivayet tefsirlerinden, bu temel yaklaşımı bozmadan izahatlara yer veren dirayet tefsirlerine, ahkam tefsirlerinden tasavvufi işari tefsirlere kadar bütün tefsirlerde yer alan ölçü ve mantık budur. Ayetlerin Allah'ın muradı ekseninden saptırılmaması, böylece Kuran'ın tahrifattan korunması için tefsirde esas olan bu kural ve kaideler sistemleşerek günümüze kadar gelmiştir.

Allah bütün gerçek müfessirlerimizden ve Kuran'a hizmet eden bütün ulemadan razı olsun. Bize tek hak olan vahiy kaynaklı İslam dinini herhangi bir şaibeye, bulanıklığa meydan vermeden olduğu gibi onlar aktarmışlardır. Bu sebeple Kuran'ı tefsir eden ulemaya şükran borçluyuz ve onları dua niyaz ve hayırla yad etmek görevimiz vardır.

Ama ne hazindir ki reformistler bu güzide ulemayı itibarsızlaştırmaya çalışırlar; kibirlenerek onları küçümserler. Bunu yapmakla ne kadar alçaldıklarının, nasıl rezil duruma düştüklerinin farkına bile varmazlar.

Kuran'ı doğru anlamak meyanında ulemanın tefsir kitaplarında önemle üzerinde durdukları bir gerçeğe daha işaret etmek gerekir. O da Kuran'ı anlamanın kalbî boyutu olan ilm-i vehbidir. İlm-i vehbî, kalpteki imanın verdiği basiret ve ferasetle Kuran gerçeklerini idrak etmek anlamına gelir. İlm-i vehbiden ulemanın dışındaki diğer müminlerin alması gereken nasip, ayetlere iman nuru ve teslimiyet mantığı ile yaklaşmaktır. Kendilerine Kurancı diyenlerin, reformcuların yaptığı gibi tenkit, sorgulama ve yargılama mantığıyla hareket edenler ilm-i vehbîden zerre kadar nasiplenemezler.

İşte tarih boyunca Kuran'ı bahsi geçen bu ölçüler çerçevesinde açıklayan pek çok tefsir külliyatı yazılmıştır.

O halde pratik manada Kuran'ı anlamak demek, bu tefsirlere müracaatla, ulemanın aktardığı incelikleri anlamak ve kavramak; kalbi ve aklı bu çerçevede çalıştırmak demektir. Bu Kuran tefsirleri, zengin muhtevalarıyla genel manada günümüz şartlarını ve gelecek yüzyılları da kapsayacak şekilde düsturlar ortaya koymuşlardır.

2- Sünnet'i / Hadisleri Doğru Anlamak

Sünneti doğru anlamak, hadisleri ve sahabeyi doğru anlamak ve Hadis Usulü ilmini bilmek demektir.

'Hadis Usulü' ilmi, adı üstünde Sünnete ve hadislere nasıl yaklaşılacağının ölçülerini, kaide ve kurallarını ortaya koyar. Sünnet ve hadisleri itibarsızlaştırıp inkar etmeye kalkışan reformcu divaneler hayatları boyunca acaba tek bir hadis usulü eseri okumuşlar mıdır? Hiç zannetmiyoruz.

Sünnet'i doğru anlamak her şeyden önce vahyin bir türü ve sünnetin istinat ettiği kaynak demek olan 'vahy-i gayr-i metlüv'ü anlamak demektir.

Reformcular, Sünneti kabul etmediklerine göre ya vahy-i gayr-i metlüvden habersizdirler -ki bu çok uzak bir ihtimaldir- ya da onu kastî olarak inkar etmektedirler.

Sünnet ve hadisleri anlamanın olmazsa olmaz şartlarından biri de sahabe-yi kiramın adil / güvenilir olduğu gerçeğini bilmektir.

Sahabe birer beşer olarak şahsi hayatlarında elbette ki masum / günahsız değil idi. Ama onların dini kendilerinden sonraki nesillere aktarma noktasında Allah ve Rasulüne asla ihanet etmeyecekleri, kendilerine ulaşan bir bilgiyi gizlemeyecekleri, ondan bir şey eksiltmeyecekleri, ona bir şey ilave etmeyecekleri temel bir kabuldür ve gerçeğin ta kendisidir. Onun için özellikle son zamanlarda oryantalistlerin etkisiyle halk arasında bile yaygın olarak kullanılmaya başlanan 'uydurma hadis' tabirinin sahabe nesliyle hiçbir alakası yoktur, olamaz. Bu, kendilerine Kurancı diyen gafillerin oryantalist ağzıyla ortaya attıkları açık bir iftiradır. Sahabeden sonraki dönemlerde sapkın ve yalancı birtakım zevat tarafından çeşitli saiklerle tedavüle sokulmaya çalışılan sınırlı sayıdaki uydurma hadisler ise zaten işin ehli ulema tarafından ayıklanmıştır. İlim namına ortada şüphe ve güvensizliğe sebep olacak hiçbir boşluk ya da karanlık nokta bırakılmamıştır.

Hal böyleyken hiçbir güvenlik açığı olmadığı halde, sınırlı sayıdaki bu asılsız mesnetsiz sözleri bahane ederek 'Kütüb-i Sitte', 'Kütüb-i Tis'a' gibi muteber hadis külliyatlarını ve onların içindeki binlerce sağlam hadisi karalamaya, itibarsızlaştırmaya çalışmak ne ilme ne insafa ne de vicdana sığar. Bu tip iddialar, müddeilerin habis ruhlarını ve sapkınlıklarını ortaya koymaktan başka bir mana ifade etmez.

Burada kısaca şunu da belirtelim ki, İslami ilimler içinde ilk ortaya çıkan ilim, Hadis ilmidir. Diğer bütün İslami ilimler Hadis ilminden zuhur ederek dallanıp budaklanmıştır. Hadisler, gerek yazılı olarak gerekse ezberlenmek suretiyle bizzat Peygamberimiz (s.a.v.) zamanında 'tespit' edilmeye başlanmış olup en az 52 sahabinin hadis yazdığı bilinmektedir. Peygamberimizden (s.a.v.) hemen sonra 'tedvin', hicrî 3. Asırda da 'tasnif' edilen bu hadisler, tarihin bir benzerini kaydetmediği ciddiyet ve gayretle, güçlü hafızalı hadis hafızları tarafından zapt edilerek, 'daru'l-hadis' denen müesseselerle de Müslüman halklara öğretilmiştir. Bu konunun tafsilatı da ayrı bir araştırma konusudur.

İşte İslami müktesebatı anlamak demek, Sünnet ve hadislerin dindeki yerine ve önemine de gereği gibi muttali olmak demektir. Bu vazifeyi en iyi şekilde ifa eden, kendilerine 'muhaddis' denen alimlerin hepsinden Allah razı olsun.

3- İcma ve Kıyas'ı, Bu Çerçevede Fıkıh İlmini Doğu Anlamak

Dini doğru anlamanın bir şartı da edille-i şeriyyenin son iki delili olan İcma ve Kıyas'ı ve dolayısıyla da Fıkıh ve Fıkıh Usulü ilimlerini doğru anlamaktır.

Reformist ve tahrifatçılara, ama onlardan ziyade samimi Müslüman kardeşlerimize şunu hatırlatırız:

Nasıl ki hadislerin senetleri varsa, mezhep imamlarının ve müçtehitlerin verdiği fetvaların da ayet ve hadislerden, gerektiğinde İcma'dan delilleri vardır. Ama ilmihal kitaplarında insanların bu eserlerden pratik olarak istifade edebilmeleri için, bu bölümlere yer verilmez. Bu arka planı bilmeyenler de adeta 'İmam Azam şöyle demiş', 'Ahmed b. Hanbel böyle demiş' diye, bu fetvaları onların şahsî kararları sanırlar. Daha doğrusu Müslümanlar uzun bir süreçten beri böyle bir yanlışa kasıtlı olarak yönlendirilmektedir.

- İslam Âlimleri Mesnetsiz Kendi Akıl ve Hevalarından Konuşmamışlardır

Şu çok iyi bilinmelidir ki hiçbir alim delilsiz, mesnetsiz, kendi beşerî gücüyle veya salt aklıyla hüküm vermez. Onların hüküm ve fetvaları edille-i şeriyye ölçüleri ile kaimdir; yani Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'a dayanır.

Mezhepler arasındaki ihtilafın sebepleri ise farklı bir boyuttur.

Bazı cahil ve ard niyetliler mezheplerdeki detaylara dair bu ihtilafları, İslam'da çelişki olduğuna delil göstermeye yeltenseler de bunun hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Mezhepler arasındaki bu ihtilaflar, dinde zenginlik, tabir-i caizse bir fikir hürriyeti, uygulamadaki elastikiyet anlamına gelir. Hakkında açık nass olan hiçbir konuda müçtehitler arasında ihtilaf yoktur. Onlar arasındaki ihtilaflar, kendisinde rahmet olan ihtilaflar cümlesindendir. Bunu bilmeyenler veya kasıtlı ve garezli olanlar, sanki bu ihtilaflar dinin aslındanmış gibi göstermek suretiyle fitne ve nifak çıkarmak isterler.

- Müçtehitlerin Tabakaları

İslami müktesebatı anlamak için müçtehitlerin mertebe ve tabakalarını da bilmek gerekir. Reformistlerin ve onlara kapılan cahil cühelanın, 'müçtehit' kavramının ne anlama geldiğini ve içtihat edebilmek için hangi şartları taşımak gerektiğini bildiklerini hiç zannetmiyoruz. Şayet bilmiş olsalardı müçtehitleri küçümsemek gibi bir alçaklığa yeltenmezler, böylece de kendilerini rezil rüsva etmezlerdi.

Evet, müçtehitlerin dereceleri ve tabakaları vardır.

Bunlar da 'mutlak müçtehit', 'mezhepte müçtehit', 'meselede müçtehit', 'ashab-ı tahric', 'ashab-ı tercih', 'ashab-ı temyiz', 'ashab-ı fetva' olmak üzere yedi tabakadır.

Allah bütün tabakalardaki müçtehitlerden razı olsun.

Meselenin daha iyi anlaşılması için bazı meşhur alimlerin hangi tabakada olduğuna dair birkaç misal verelim.

- 'Şemsü'l Eimme / İmamların Güneşi' denen İmam Serahsi üçüncü tabakada… Yani ancak bazı meselelerde içtihat yapabiliyor; genelde değil…

- Cessas gibi bir alim dördüncü tabakada, yani içtihat yetkisi yok…

- Dokuzuncu asrın en büyük Hanefi fıkıhçılarından İbn Abidin ise yedinci tabakada… Ki her cildi bin sayfaya yakın, altı ciltlik 'Reddü'l Muhtar' adlı meşhur bir eserin sahibi. Buna rağmen içtihat yetkisi yok ve fıkhî meselelerde İmam Azam'ı taklit etmek ve ona tabi olmak mecburiyetinde…

- Hüccetü'l İslam unvanının sahibi İmam Gazali hakkında ise Şeyhülislam Ebussuud Efendi şöyle diyor:

'İçtihada ait meselelerde, müçtehid olmayan İmam Gazali ve emsallerinin sözlerine itimat caiz değildir.'

İmam Gazali de zaten bu ölçüyü kavrayan büyük bir alim olduğundan, İmam Şafii'nin mezhebine tabi olmuş ve onu taklit etmiştir.

- İslamî ilimlerin çeşitli sahalarında dört yüz kadar eserin sahibi Celaleddin Suyuti içtihat yapmak istediğinde, zamanının alimleri 'İçtihat devri geçmiştir, sen içtihat yapmaya muktedir değilsin' diyerek onu içtihadından vazgeçirmişlerdir.

Bu misalleri daha da çoğaltabiliriz. Ancak maksat hasıl olmuştur.

Başta yüce dinimize kast eden oryantalistlerin ve onların yerli çömezlerinin 'gelenek' adı altında küçümseyip inkar ettikleri, işte bu alimlerin say u gayretleriyle ortaya çıkan bu zengin müktesebattır.

Allah onda emeği olan bütün alimlerimizden razı olsun. Onları itibarsızlaştırmaya çalışanlara ise tekrar tekrar yazıklar olsun.

- Camilere Kadar Sirayet Eden Dinde Reformun Ayak Sesleri

Bu konuya son verirken ibretlik bir vakıayı okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

Bundan bir, bir buçuk ay kadar evvel, Trabzon'da küçük bir mahalle camiinde Cuma namazı öncesi vaizi dinliyordum. Vaiz efendi konuşmasında iki büyük yanlış yaptı.

Birinci yanlışı şuydu:

İnsanların hak ve hukukunu korumaları, haklarını almaları gerektiği konusunu anlatırken şöyle dedi:

'Kardeşim, hakkını alacaksın. Yok, Allah rızasıdır, şudur budur, bizim çocuklar Allah rızası yemiyor.'

İkinci yanlışı da şu sözleriydi:

'Bakın ey cemaat, şu anda mevcut fıkıh kitapları var ya, bunların yüzde ellisi çöpe atılmalıdır. Son zamanlarda yeni fetvalar çıkmaya başlamıştır.'

İşte Türkiye'de reformun, tahrifatçılığın geldiği boyutlar bu kadar ilerlemiş vaziyettedir. Anadolu'daki bir mahalle camiinde reformun nasıl meyveler verdiğini bu örnekte görmek mümkündür.

Okuyucularımız bu vaize bir cevap verip vermediğimizi merak etmiş olabilirler. Merak etmesinler, kendisine ve yanında ona destek çıkan diğer bir cami görevlisine gerekli konuşma yapılarak hadleri bildirilmiştir. Ama takdir edersiniz ki bu tür hadiseler bir iki yerde değil, Türkiye genelindedir. İşte bütün bunlar dinde reformun ayak sesleridir.

Bu üzücü ve korkutucu şartlar karşısında duamız odur ki, Allah bizi dinde reform ve tahrifat sapkınlığından muhafaza eylesin. Yakınlarımızı, evlatlarımızı ve bütün ümmeti yüce İslam'ı doğru anlayıp tatbik edenler zümresine ilhak eylesin. Allah bu menfur gidişatı durduracak sebepleri halk eylesin, milletimizi dünyevi ve uhrevi muhtemel felaketlerden muhafaza buyursun. Dinde samimi her bir Müslüman kardeşimizin bu tehlike karşısında üstüne düşeni hakkıyla yapmasını nasib ü müyesser kılsın.

Hepimiz şu ayet-i kerimede anlatılan mana ve murada kilitlenerek gayretli ve heyecanlı bir İslami hayat yaşamalıyız:

'Halbuki onlara, ancak dini Allah'a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O'na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekatı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.' (Beyyine: 5.)