Pahalı bir giysidir kıspet. Asgari 500 TL’ye alabilirsiniz. Manda
derisinden yapıldığı için dayanıklı, siyah renginden ötürü asil
duruşludur. Buna karşın kispetle, resmi bir törene, özel bir
davete, hatta akşam aile arasında ev oturmasına bile gidemezsiniz.
Böyle bir davranış en hoşgörülü ve rahat kişiler tarafından bile
yadırganır. Çünkü bir fonksiyonel uygunsuzluk vardır. Allah
Teâlâ’nın müşehadat âlemini sebepsiz yaratmamasından mülhem
insanoğlu da, fıtraten tasavvur ettiği /“yarattığı” somut ve soyut
varlıkları anlamlı kılma eğilimindedir. İnsanoğlu fonksiyonel
uygunluk, bütünlük, uyumluluk gibi kavramlara müracaat etmeden
hayatını sürdüremez.
Gelgelelim kıyafette bile fonksiyonel uygunluk arayan insanoğlu
iktisadi hayatın en önemli dişlilerinden birisi olan ticari
örgütlerde(şirketlerde) bu hassasiyetinden vaz geçer. Mesela
patronların şirketlere kendi malıymışçasına bir muamelede
bulunmasına pek itiraz edilmez. Patronun şirkete mal muamelesi
etmesi ifadesinden kastım; patronun şirketle kurduğu ilişki
biçiminin mülkiyete dayalı egemenlik ilişkisi şeklinde
gerçekleşmesidir. Bir şey sizin olması iki şekilde tezahür eder;
kullanım hakkı ve yönetme hakkı. Bu hakkın zirveye ulaştığı yer
eşya/maldır. Bir şey sizin malınızsa, kimseye sormadan, alırsınız,
satarsınız, tüketirsiniz, şekil değiştirirsiniz vb.? Oysa şirket
mal değil iktisadi bir örgüttür. Örgütlerin ise özü, hammaddesi
insandır. İnsan ise alınıp satılabilecek, stoklanabilecek, üzerinde
tasarım yapılabilecek bir nesne değildir. Üretimin asli unsuru olan
emeğin, yaklaşımları, hissiyatı ve fikirlerinin yok sayılması
ruhsuz bir kapitalizmden başka bir şey değildir. Kapitalizmin
başlangıç unsurlarından biri olan seri üretimi, ilk olarak hayata
geçiren Endülüs Müslümanları buradan bir kapitalizm türetmediler.
Çünkü mal üzerinden kurulan egemenlik ilişkisi onlara uzak bir
anlayıştı. Bugün Müslüman iş adamlarının çakma kapitalizm
tecrübesi, batılı kapitalistin rasyonel gerekçelerle terk ettiği ya
da perdelediği, üretim organizasyonu içindeki insanı yok sayarak
şirketi mal olarak görme anlayışından türemektedir. Kendine mal
arayan patron, 2 inek bir dana ve villa çiftlikle kifayet etmesini
bilmek zorundadır. Bu gerçeği bilmeyenlere ise toplum, şirketlerin
paydaşları, çalışanları ama en başta şirket üst düzey yöneticileri
bildirmek zorundadır. Çünkü aksi takdirde şirketleri malı görmenin
bedelini sadece patronlar değil tüm bir toplum ödemek zorunda
kalmaktadır.
Servet ve bilgi ile elde edilen güç bu dünyada kimseye mülkiyet
hakkı tanımaz. Güç ancak ve ancak emanettir. Mülkiyet haline gelen
güç, hem kişiyi hem de kişinin egemenlik kurduğu yapıyı er ya da
geç ifsat eder. Peki patronların kendilerine bahşedilen nimeti mülk
görmeleri sorunu siyasette yok mu? Olmaz olur mu? Dik alası var.
Şak şakçı kimliksiz kitlelerin de çanak tutması ile siyasi/idari
makamlara gelen kişiler, geldikleri makamları kendi egemenlik
alanları olarak görebilmektedir. Siyaset emanet bilinci ile değil
de, mülkiyet bilinci ile yapılınca riyaset makamları “HAK” olarak
görülmektedir. Bu makamların HAK olarak görülmesi meşruiyet
kazanınca, herkes kendi zaviyesinden kendine kolayca haklılık payı
çıkartmaktadır. Kimi bayrak asıp, saha çalışmalarına katıldığı
için, kimi para verip sponsor olduğu için, kimi teşkilatta eski
olduğu için kendini HAK sahibi görebilmektedir. Kendini HAK sahibi
görerek çeşitli makamlara gelen kişiler de kolaylıkla o makamlarda
mülkleri gibi tasarruflarda bulunabilmektedir. Bi durun beyler! Hak
kavgasına girmeden hatırlayın hepimiz emanetçiyiz. Varlık
hikâyemizin başlangıcı emaneti kabulden ibaret. Hepimiz Müslüman
çocuğuyuz, Düklüğe, Dukalığa öykünmenin manası yok. Mahkeme Kadı’ya
mülk değil, Başkan teşkilata DÜK değil.