Alexis Carrel’in Çözümlemelerinin Devamı

 25 Asırlık Zaman Dilimine Damgasını Vuran Madde-Mana Tartışmaları ve Tercihleri

       “Materyalistlerle (maddeciler)  spiritüalistler (manacılar) arasındaki ihtilaf (fikir ayrılıkları)  25 asırdır devam etmektedir ve bugün dahi son bulmaktan çok uzaktır. Hayat kanunları, Zenon’un  (Yunan dünyasının manacı filozofu) prensiplerinden mi, Epikür’ün (Yunan dünyasının maddeci filozofu) ortaya attığı prensiplerden mi, yoksa Aziz Akinaslı Thomas’ın (Ortaçağ Hıristiyanlık manacı azizi-filozofu) yahut Jeremy Bentham’ın (Modern Batı Medeniyetinin maddeci filozofu) hayat anlayışından mı çıkmalıdır?” (Alexis Carrel, İnsanlar Uyanın,  Çev. L. Yazıcıoğlu, Arif Bolat Kitabevi, İstanbul, 1965, İstanbul, s. 51 -52)

   “Hakikatte maddi âlem, manevi âlemden ayrı değildir. Binaenaleyh ikisini de kavramamız lazımdır.” (A.g.e, s. 40)

Günümüz  Batı Medeniyeti Maneviyattan Nasıl Uzaklaştı ve Maddeci - Materyalist Anlayışın Getirdiği Örf ve Adetlere Dönüşen Buhranlar Nelerdir?

     “Bugün, atalarımızın kainat olarak gördükleri küçük evden, bir daha dönmemek üzere ayrılmış bulunuyoruz. Ağaçları, otları, kardeşimiz hayvanları ve sisli sabahlarda, bazen Tanrının gönderdiği meleklerin bize refakat ettikleri  güzel vadiyi terk ettik. Boşlukta binlerce noktacık arasında kaybolmuş küçücük bir toz parçası üzerinde yaşayan ve mikrop kadar küçük varlıklar olmakla iktifa (yetinmek)  ediyoruz.  Sevincimizin, arzularımızın ve korkularımızın hiçbir akis bırakmadıkları kainatta, hiçbir yerinde bir ruha rastlamadığımız bir esrarengiz âlemde biz, birer yabancıyız…

     Bugün ruh âlemi ile maddi âlem arasında  bir münasebet yoktur. Veli Akinas’lı Thomas’ın   Ortaçağ insanları için giriştiği   ve başarıyla neticelendirdiği teşebbüsü tekrar etmek kimsenin aklına bile gelmedi.  Halbuki bizim her şeyden evvel, herkesin yer alabileceği, maddiyat ile  maneviyatın ayrılmadığı ve içinde nasıl hareket edeceğimizi kestirebileceğimiz, akla uygun bir dünyaya ihtiyacımız var. Zira, artık hayat yolunda  pusulasız ve kılavuzsuz yürümenin tehlikeli olduğunu anlamaya başlıyoruz…

    Gariptir ki şu anda bile, tehlikenin ne kadar büyük olduğunu idrak edenlerin sayısı pek azdır… Modern çoğunluk keyfine göre yaşamak ister. Teknolojinin,  büyük ilerlemesi neticesi, insanlara temin ettiği maddi kolaylık, onları sarhoş etmiştir… Böylece bugün hayatımız. kendiliğinden menfaate, iştahların tatminine ve eğlenceye doğru yöneliyor…

    Bütün hareketlerimizin gayesi şahsi menfaat, bilhassa ve her şeyden önce maddi menfaat teminidir… Bu menfaat temin etme yarışı son derece  büyük bir kurnazlık ve iki yüzlülükle, diğerkâmlık (birbirinden çok farklı istekler)  perdesi altında, akla hayale gelmeyecek çeşit çeşit kombinezonlar altında gizlenmektedir. Askeri mahfillerde, üniversitelerde, idari makamlarda, tehlikeli rakipler aleyhinde  sabırla hazırlanan suikastlar, failini belli etmeyecek şekilde kurnazca yapılan ihanetler, karanlıkta arkadan hançerlemeler olağan şeylerdir.

     Şeref duygusu artık tarihe malolmuştur. Kendilerini bir ideale bağlayanlara ve hasbi (Allah rızası için)  bir şekilde çalışanlara ya iki yüzlü yahut budala gözü ile bakılır. Kazanç hırsı her yere sinmiştir… Velhasıl çok defa feragat, ilim, merhamet ve saffet perdesi kaldırılınca karşımıza menfaatin kaba ve haşin çehresi çıkıyor. İçimizde bir kazanç hırsı var. Çünkü para her şeyi temin etmektedir. Her şeyden önce insana bir kudret vermektedir. Hemen her insan parayla satın alınabilir, parayla olmasa  bile,  paraya sahip olanların ellerindeki şeylerle her insanı kandırmak mümkündür. Sonra, para bize bütün arzularımızı tatmin etme imkanını verir. Zira bu arzular bayağı şeylerdir.

     Bugün yaşamak, her türlü iştahlarını körü körüne tatmin etmekten ibarettir… Medeni insanlar her gün, fazla miktarda kahve, çay, alkol, şarap, elma şarabı  ve tütün içerek kendilerini zehirlemeye alışmışlardır… Aşırı alkol tüketmek  ters cinsel zevkler kadar tehlikeli, mesela fesatlıktan, yalandan hoşlanma, başkalarını aldatma arzusu, gevezelikten, fazla söz söyleyerek başkalarını kandırmaktan,  başkalarını manen iğnelemekten zevk almak gibi…

    Hayatın disiplinsiz ve gayesiz olduğu zaman, tabiatıyla eğlence denilen bataklığa dökülür. İştahlarını şiddetli bir şekilde tatmin etmekte belki kendine göre bir azamet (büyüklük inancı)  vardır. Fakat eğlence içinde geçmiş bir hayat kadar manasız bir şey yoktur. Hayat, dans etmekten, delice otomobil sürmekten, sinemaya gitmekten, yahut radyo dinlemekten (o zamanlar televizyon ve internet yoktu ve birçok dalına din gibi tapılan spor da fazla aktüel ve yaygın değildi) ibaretse, yaşamak neye yarar?... Radyo, sinema, varyete (şarkı, dans, hokkabazlık gösterileri), eğlence insanı tamamen pasif kalmaya zorlar. Bu bakımdan eğlence hayatla tezat halindedir; zira hayat harekettir. Buna rağmen okullarda, mağazalarda, yazıhanelerde ve fabrikalarda bunun gençler için yaşamanın yegane gayesi eğlencedir.

     Velhasıl, Büyük Harple (I. Dünya Savaşı) İkinci Dünya Savaşı arasındaki  devrede hattı hareketi tanzim eden bütün ananevi kaideler,  ebediyen terk edildi (1). Her yerde keyfin hükümranlığı başladı. Sosyal hayatımız liberalizm denen ideolojiden ilham alıyordu. Bu ideoloji ise  zihniyetimizin uydurduğu bir şeydi. Hususi hayatımızda  da hislerimizin, zekamızın keyfine ayak uyduruyorduk.

    Halbuki tabiat kanunlarının varlığından haberdardık. İnsan hayatının da bir takım kaidelere tabi olması gerektiğini  düşünmeliydik. Kainattaki nizama boyun eğmek zorunda olmadığımızı ve keyfimize göre yaşamakta serbest olduğumuzu  zannettik… Yemek yemek, uyumak, cinsi arzuları tatmin etmek, bir otomobil, bir radyo sahibi olmak, sinemaya, danslı toplantılara gitmek, para kazanmak… İşte insanın hakiki gayeleri bunlar görünüyordu. Herkes sigara dumanları arasında, tembelliğin ve alkolün yarattığı gevşeklik içinde, hayattan istediği şekilde zevk alıyordu(2).” (A.g.e. s. 19 – 23)

Manevi Varlığın En Başta Gelen Unsurları  Tanrı  ve Dinin Hafızalardan  Silinişi ve Bunlara Duyulan İhtiyaç

    “Doğrusunu söylemek lazım gelirse medeniyetimizin, İsa’nın döktüğü  kandan doğduğu unutuldu.  Tanrı  da hafızalarımızdan  silindi (3).” (A.g.e, s. 71)

     “Hemen iki asırdan beri, din yavaş yavaş  yerini menfaat ve  ilim mezhebine bıraktı (4). Din bütün halk okullarından sürüldü (5).  Fakat, bu kadar gözden düşmüş olmasına rağmen din ölmekten uzaktır (6). 

    İnsan cisimlerin manevi özünü kavramak için  ezelden beri uğraşmaktadır.  İnsan bütün devirlerde  hemen hemen bütün ülkelerde bir şeye tapma ihtiyacını duymuştur.  Tapmak insanda  hemen hemen  sevmek kadar tabii bir ihtiyaçtır.  Bu Tanrıyı arayış herhalde ruhumuzun yapısının bir neticesidir. İnsan,  Nazaretli  marangozda aradığı ulu ve kendisine yakın Tanrıyı bulmuştur…

      İlim ve teknoloji üzerinde kurulmuş bir cemiyette bile, bu Tanrı ihtiyacının birçok insanlarda az çok  belirli bir şekilde  kaldığı  kolaylıkla  müşahede edilebilir. Bu ihtiyaç tatmin edilmediği zaman ekseriya, cins,  ihtiyaçta olduğu gibi  yanlış bir yola sapar (7).   Bu ihtiyacın   gayri müsait şartlar altında  bile yaşamaya devam etmesi, ona ehemmiyet  vermemenin tehlikeli bir şey olduğunu göstermektedir.

     Tanrı ihtiyacı dua ile  ifade edilir. Dua bize endişelere ve kederlere tahammül etme kudretini  hiçbir mantıki  sebep olmadığı zamanda ümit etmek ve felaketlerin ortasında  dimdik ayakta  durmak imkanını verir… Duanın neticeleri dinde olduğu kadar ilme de bağlıdır; zira  dua sadece  teessüri  hallerimizde değil, aynı zamanda fizyolojik oluşumlara da  tesir eder. Bazen birkaç  dakika  yahut  birkaç günde  organik hastalıkları iyi eder…

     Aynı şekilde âlemin manevi özüne dair olan bilgi de teori ile tecrübeden  yani  tasavvufla (Batı’da tasavvufun adı Mistisizm’dir) ilahiyattan çıkar. Tasavvuf denilen tecrübe ile  felsefi bilgi arasında, sevgi ile akıl arasında olduğu kadar fark vardır. Bundan başka, tasavvuf, daima bütün devirler için yeni kalacak, halbuki felsefi bilgi  tıptı vaktiyle değişen ve daha da değişecek olan fizik teorileri gibi değişecektir…

     İnsan Tanrı’ya ancak dış âlemle ilgili bütün hayalleri içinden sildikten ve zihni faaliyetlerini geçici olarak durdurduktan sonra ulaşabiliyor gibidir. Tasavvuf denilen tecrübe ilahiyatın  istidlallerini (delillerini)  tasdik ederek onları  şumüllendiriyor, dinin ananevi  umdelerine kuvvet veriyor, binaenaleyh dinin kıymetini  ispat ediyor…

    Tanrı tarifi icabı maddi olmayan bir varlıktır.  Görülemez, işitilemez, koklanamaz, tadılamaz ve dokunulamaz (8).

    Kainat akla uygun bir sistemdir, binaenaleyh bir ihtiyacın müşahedesi, dış âlemde bu ihtiyacı tatmin edecek bir vasıtanın mevcudiyetini icap ettirir. Mesela atmosferde oksijen olmasaydı, organizmanın hücreleri de hava alacak şekilde olmayacaktı…

     Gariptir ki, modern insan bütün ruhi faktörleri realitenin haricinde bırakmıştır.  Kendisine tamamen maddi bir muhit yaratmıştır. Bu muhit ise kendisine uygun değildir; bu âlem onu soysuzlaştırıyor. Atalarımız binlerce sene muhitlerinde manevi unsurların bulunmasını en esaslı şey telakki etmişlerdir.  Köyün üstünde daima bir çan kulesi yükselirdi. Hayatın en mühim  hadiselerine din başkanlık ederdi: Doğum, evlenme ve ölüm gibi.  Bundan başka, her insana yaşama cesaretini veren de oydu. Öyle görülüyor ki,  medeni beşeriyet de (günümüzün medeniyeti), bir daha kalkınmamak üzere tam bir anarşi ve hercümerç (karışıklıklar)  içine düşmemek için  fizikçilerle astronomların o harikulade güzel  ve katı âleminde yeniden mabetler inşa etmek mecburiyetindedirler…

      SANAT, AHLAK VE DİN, İLİM KADAR LÜZUMLU ŞEYLERDİR. MODERN DÜNYA, LİBERALİZM  YAHUT MATERYALİZM NOKTAİ NAZARINDAN ELE ALININCA DERHAL BİZE DAR BİR ELBİSE GİYDİRMEK İZLENİMİ VERİR. DEMEK Kİ MANEVİ ALEME DE MADDİ ALEME OLDUĞU KADAR OBJEKTİF BİR GÖZLE BAKMAK GEREKİR.”  (Carrel, İnsanlar Uyanın, s. 172 – 176)

DİP NOTLAR

     1-Türkiye de 1923 – 1950 Devrimler sürecinde  bu kötü Batı taklitçiliğine âlet oldu.

       2-Carrel’den buraya kadar italik olarak aldıklarımız, maddi yaşayışın esas alındığı 20’inci asrın   ilk yarısındaki hayat tarzı, günümüz itibariyle  de kötü varlığını artarak sürdürmekte ve “Türkiye örneği” de bu hastalıklı yapıya tıpa tıp uymaktadır. 

       3- Bu, Batı medeniyetini taklitçilikle  bizde “İslam’ın  isim olarak kalması ve Kur’an’ın torba içinde duvarda asılı resim” olmasına benziyor.

       4-Bunun bize yansıması,  Mustafa Kemal Paşa’nın Batı taklitçiliği Devrimleri sürecinde  kendi ifadeleriyle  şöyle dile getirildi: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” “Türkiye’ye Cumhuriyeti şeyhler, müritler, tarikatlar diyarı olmayacaktır. En iyi tarikat medeniyet tarikatıdır.” “Ben arkamda ayet ve doğma bırakmadım.”, “Laiklik adam olmak demektir.”, “Dinde reform yapılamaz. Çünkü din ölmekte olan bir ağaca benzemektedir”  vb.

       5- Günümüz Batı Medeniyetinin  bizzat Batılıların kendi itiraflarıyla  iyice çöktüğünün dile getirildiği “iki dünya savaşı arasında” denilen 1918- 1945 zaman diliminde, bizde üstelik de    “Batı medeniyeti gelmiş ve gelmiş medeniyetlerin  en iyisidir” denilerek, bu medeniyete uyum sağlamaktan olarak 1923 – 1950 zaman dilimini kapsayan Atatürk – İnönü döneminin 1932 – 1947 yılları arasında bütün okullardan din dersleri  kaldırılmış, Kur’an Kursları, dini yayınlar yasaklanmış, İlahiyat Fakültesi kapatılmış, Harf ve Dil Devrimlerinin  yapılmasının sebepleri olarak da  “Arap kültüründen kurtularak Batı medeniyetine adapte olmayı sağlamak” gösterilmiştir.

        6-  Bizde de yine bir Batı taklitçiliğinden ve dünyanın İngiltere’den sonra süper gücü haline gelen “ABD dayatmacılığından”  olarak, Soğuk Savaş Döneminde (1947 – 1990) dinlerin “Komünizmin  panzerihi” olarak görüldüğünden  “dine yeniden  dönüş”, 1945’de yine adı geçen dayatmacılıkla  gelen “Demokrasiye geçiş” le birlikte  1947’de “Truman Doktrininin dine yönelik  tatbikatı” olarak bizde de  başladı. Ama,  hakiki bir İslam yapılanmasına dönmekten ziyade bu, Batı’daki dinde Reform hareketleri  benzeri “İslam’ın da Protestanlaştırılması” şeklinde olacaktı.

       7-Dinin insan  ve toplum hayatından silinmesi, bir boşluk oluşturduğu için, bu boşluğu yeni bir manevi değere inanmaktan olarak sapık ve akıl dışı yeni yeni  inanç çeşitleri doldurmaya  başlar. Dünyada  ve bizde de bu sürecin yaşanması kendini göstermiş, bir sürü  suni dinler, tarikatlar ve cemaatler doğmaya başlamıştır. 

       8- Müslümanların akait (doktrin)  inancında, Allah’a insanda yaşandığı şekilde bir mekan ve bir zaman atfedilemez. O, her zaman ve her yerde vardır. Onun için Akait ilminde “Allah, mekanında (durulan yer) ve münezzehtedir (bir şeye muhtaç olmayan)” denilir… 16 Ekim 2024

                                   İkinci   Bölümün Sonu