Siyaset, vaktiyle milletin ortak aklına, müşterek ülküsüne hizmet etmesi gereken bir alan iken, bugün yalnızca bir geçim kapısı, bir ikbal oyunu hâline geldi. Bizim ihtiyacımız olan şey, içi boş nutukların değil, derinliğine işlenmiş bir siyasi bilinçtir. Bir anlam, bir yön, bir pusula, bir ruhtur artık aradığımız.
Ne yazık ki siyaset, sadece bizde değil, bütün yeryüzünde yozlaştırıcı bir kudret hâline büründü. Ancak asıl vahim olan, muhalefetin daha iktidar olmadan, yozlukta iktidarı geçiyor oluşudur. Bu, yalnızca mevcut durumu değil, geleceği de karartan bir işarettir.
Siyaset artık her iki taraf için de bir geçim mesleği oldu. Herkes oturduğu koltuğun ertesi gün elinden kayıp gideceği korkusuyla yaşıyor. Siyaset olmasa, adeta yaşamı idame ettiremeyecek gibiler. Yüzlerinde bir tedirginlik, sözlerinde bir hırçınlık… Eleştiriye, nasihate karşı bir tür sağırlaşma hâli. Tepkiler kabarmış, asabiyet sath-ı mailinden çıkıp uçurum kenarına dayanmış.
Herkes birbirini gammazlıyor; herkes, ötekine itaat emrediyor. Muhalefet içinde dile gelen her itiraz, yine muhalefetin uyanık figüranlarınca daha büyük öfkeyle bastırılıyor. İftiralar, hakaretler, tehditler… Hava, lağım kokan kelimelerle dolu. Eleştirinin muhalefet içinde bile tahammül edilmediği bir çağdayız.
İktidar ise halkla olan bağını çoktan yitirmiş, kendi iç ikliminde boğulmakta. Zaten tarihte iktidar, her zaman çevresine dalkavukları, münafıkları toplar. Mekke’de münafıklar yoktu, Medine’de ortaya çıktılar. Bu işin fıtratıdır. Nitekim Lenin’in son sözlerinden biri manidardır:
“Bugün çok güçlüyüz çünkü bütün alçaklar etrafımıza toplandı.”
Evet, bu siyaset iklimi değişmeli. Çünkü artık kimsenin entelektüel bir kaygısı kalmadı. Herkes menfaatin peşinde ve bu hâl, toplumun damarlarına kadar sirayet etmiş durumda. Geleceğinden korkan, kaygıyla bükülmüş bir gençlik var karşımızda. Bir de çıkarı uğruna her şeyi göze alabilecek, değerlerini pazara çıkarmış bir insan tipi…
Vatan, millet, din, iman… Bütün bu yüksek kelimeler, çıkar ilişkilerinin kirli diliyle kirlenmiş. Herkesin gözü koltukta. O koltuğu elde etmek yahut kaybetmemek uğruna, on takla atan siyasetçi figürleriyle dolu ortalık.
Artık bu memlekette bir şey değişmeli. Ancak bu değişim şekil ve kişilerle değil, zihinle başlamalı. Çünkü hiçbir siyasetçi, siyasetçi gibi davranmıyor. Dünya büyük bir dönüşümden geçerken, bizim siyasetçilerimiz gündemi kendi iç kavgalarıyla oyalıyorlar. Gazze’de, insanlık tarihinin en büyük zulümlerinden biri yaşanıyor. Fakat ne iktidardan ne de muhalefetten bu acıya yakışır bir feryat işitilmiyor.
İşte bütün bu karmaşayı, bizim tarihimizde anlatılmış naif ama derin bir hikâye özetliyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün kahve düşkünlüğü malumdur. Kahvesini yıllardır pişiren Ahmet Efendi, bir gün yine kahveyi getirir ve tam dönüp çıkarken Atatürk seslenir:
— “Sana bir şey soracağım Ahmet Efendi, hep unuturum.”
— “Buyur Paşam.”
— “Her gelen konuğa kahve yapıyorsun. Kimi sade, kimi orta, kimi şekerli istiyor. Bunları nasıl aklında tutuyorsun? Hiç şaşırmadan getiriyorsun.”
Ahmet Efendi hafifçe tebessüm eder:
— “Paşam, o iş çok kolay.”
Atatürk şaşırır:
— “Nasıl kolay olur Ahmet Efendi? Bazen ne kalabalıklar oluyor…”
— “Paşam,” der Ahmet Efendi, “Ben yalnızca sizi ciddiye alıyorum. Siz sade içersiniz, ben de sizin kahvenizi sade yaparım. Diğerlerine ise kısmetine ne düşerse… Herkes de afiyetle içer zaten. Sizin huzurunuzda kim diyebilir ki ‘kahvemin şekeri tutmamış’…”
Atatürk bu cevaba kahkahalarla güler.
Ne zarif bir ders: Ciddiye alınan yalnız hakikattir. Gerisi ise kalabalık ve talihine düşen pay… Bizim de bugün, yeniden sadece hakikati ciddiye almaya ihtiyacımız var. Siyasetin değil, aklın ve erdemin öne çıktığı bir iklim için…