Edebiyatçılar, fotoğrafçılar, ressamlar... Hepsi de eserlerinin
kompozisyonlardan oluştuğunu söylerler. Örneğin profesyonelce
çekilmiş bir fotoğrafı düşünelim: çekim açısı, objenin uzaklığı,
derinliği, ekrandaki konumu, özgünlüğü, planlanması... Tüm bunlar
kompozisyonun değerli parçalarıdır.
Peki ya hayat? O da bir kompozisyon değil midir ki? Tüm sevinçleri,
üzünçleri, mutlulukları ve acılarıyla. Elbette. Hayat dev, beyaz
bir kompozisyon sayfasıdır, bizse o sayfada gezinen kalemler.
Her kompozisyon bir başlık taşır, gerçi bu başlıklar genellikle
yazının tamamlanmasından sonra atılır; lakin hayat kompozisyonunun
başlığı doğumla atılır: ismimizle.
İlk harf, ilk hece, ilk kelime... Evet ismimiz yazılır o dev
sayfaya renkli puntolarla, ancak gözümüzde siyah beyaz bir ekran
kadar karışıktır hayatın renkleri. Zira değil renklerin, kendimizin
bile farkında değilizdir.
Yazıya büyük harfle başlanır, zira büyük bir doğumun habercisidir o
dev harf: doğumumuzun. "Hazırlanın, hayata yeni birisi geliyor!"un
büyük ve heyecanlı yankısıdır kelimenin o ilk büyükçe harfi.
Ardından harfler küçülmeye başlar, evet bazı yerlerde tekrar büyür
lakin hiçbir büyük harf bu ilki kadar etkili değildir. Çünkü
hayatta yaşayacağımız hiçbir şey doğumumuz kadar yankı
uyandırmayacaktır.
Ve noktalama işaretleri. Onlar hayatımızın anlamını ve amacını
belirleyen mihenk taşlarıdır. Onlarla yaşarız, hedeflerimize
onlarla ulaşırız.
Noktalar(.)… Hayatımızda derin soluklar almak için durduğumuz
duraklardır. Dururuz, sonra ta ciğerlerimize derin, soğuk bir nefes
çekeriz ve yeni bir âna doğru yol tutarız. Mesela; hayatımız
çoğunlukla gülmekle geçer, sevinç cümleleri ile oluştururuz hayat
kompozisyonunu. Fakat bazen öyle bir nokta koyulur ki yüreğimize
hıçkırıklar boğazda düğümlenir, gözyaşları gözle kenetlenir.
Ardından boşalır tüm sağanaklar, bendimizi taşarız, çağlarız.
Ağlarız, sadece ağlarız... Ta ki yeni bir umut cümlesine başlayana
değin.
Virgüller(,)... Bazen durmayız, sadece soluklanırız birazcık.
Hayatımızdaki iki ân arasında çok zamanlar geçmez kimi zaman. Bazen
bakışlarımızı yemyeşil, mis kokulu ağaçlarla donanmış bir ormana
çeviririz. Orada mutluluğu, umudu ve o enfes kokuyu hissederiz:
binlerce çam kokusunu. Sonra birazcık virgül, azıcık nefes...
Ardından uzaktaki kıyılara yönelir bakışlarımız. Gözlerimiz
kıyıları hınçla döven dalgalara ilişir. Suların hiddetini an be an
yudumlarız. Sonra bir virgüllük nefeslenme daha... Ve yola, yani
bakışlarımıza devam ederiz. Görürüz, hissederiz, seviniriz.
Ardından yine virgül, azıcık soluklanma...
Ve ünlemler(!)... Şaşırırız, kızarız, bağırırız, haykırırız,
sızlanırız... Sonra güleriz, eğleniriz, umutlanırız... Ve hepsini
tek bir işaretle şekillendiririz, yani ünlemle. Bazen çok severiz;
mesela aşık oluruz, onulmaz bir sevdaya tutuluruz. Batılıların
dediği gibi sevgi ummânına düşeriz (fall in love). Lakin çok
geçmeden terkediliriz sevdiceğimizce. Koskoca bir deryada tek
başına, onulmaz bir nâr-ı aşkla... Kızarız, ağlarız, çırpınırız...
Her sözümüz bin bir ahla çıkar göğsümüzden gökyüzüne. Ve çıkan
âhımız hüzün yağmurları olarak tekrar iner yeryüzüne. Ağlamaya
devam ederiz.
Soru işaretleri(?)… Sorarız, sorgularız. Zihnimizde onlarca soru
işareti dolaşır, bu kadar çok soru ile başımız dolanır, divane
divane dolaşırız diyar-ı gurbette: 'en edna' dünyada. Soru sormayan
yok olmaya mahkûmdur. Sormayan elbet bir gün sorgulanır. 'En
edna'da "Ben hayatımı kime adadım?" diye sormayana 'El ahir'de "Sen
hayatını kime adadın?" diye sorulur. Ve işte o gün kişinin kendini
sorgulamaya, kınamaya başladığı gündür, lakin artık çok geçtir: "Ve
lâ uksimu bîn nefsil levvâme..." (1)
Üç noktalar(...) insanı anlatır, sadece insanı. Susan insanı,
susayan insanı... İlk nokta bendir, ikincisi sen. Ve üçüncüsü o. Ve
hepsi şu tek kelimede birleşir: "En nefs/Kendisi". İnsan üç farklı
kişiliktir şu âlemde, üç farklı âdemdir: ben, sen ve o...
İki nokta üst üsteler(:)... Bazen durmak açıklama yapmaktır,
durulur ki açıklama yapılabilsin. Hayatın anlamı ve amacı
sorgulanır kimi zaman; sorulur, soruşturulur(?), şaşırılır(!) ve
susulur(...) En sonunda "Ben" konuşur. Vicdan dehlizinden tatlı bir
nefes bırakılır boşluğa. Herkes ve her şey susmuştur, duyulan
yalnız bir fısıltıdır: "Allah"...
Noktalı virgüller(;)... Örnek veririz, örneklendiririz.
Renklendirdiğimiz hayatın envai çeşit renkte örneği vardır. Onları
oyun hamuru gibi yoğururuz, şekillendiririz. Ve kendimize hamurdan
mutlu hayatlar; evler, evlilikler, işler ve dostlar ediniriz. Sonra
hamurdan oluşturduğumuz bu cisimlere ruh üfleriz; muhabbeti,
merhameti, sevgiyi, şefkati üfleriz... Hayatın sahibi onlara hayat
verir, seviniriz.
Tırnak işaretleri(")... Hayatımızı bazen sevdiklerimizin sözleriyle
süslendiririz. Bazen annemiz konuşur sıcak bir ses tonuyla: "Kuzum!
Hicret olmadan ilim olmaz. Haydi kalk, güle güle git!" Ve ağlayarak
gideriz, yüreğimizde minik bir tebessüm ve annemizin okşayan
nefesi... Ve en büyük alıntı en büyükten yapılan alıntıdır. O
konuşur susarım, sen de susarsın, o da susar... İnsan sadece susar.
Kainat bile... "Hiç Allah kuluna yetmez mi..." (2) Ve başka bir
alıntı, yüreğimden yükselen bir sızıntı... "Elbette yetersin
Allah'ım, yüreğime sadece Sen yetensin!"
Ve uzun çizgiler()... Konuşmak isteriz, hep konuşmak... Zira
biliriz ki ancak konuşarak var olabiliriz:
(Bir teyzenin, bir kaç gün önce vefat etmiş olan küçük yeğenini
rüyasında görmesi ve onunla konuşması…)
- Abdussamed ölmek nasıl bir şey?
- Teyzeciğim, ölüm muhteşem! Tıpkı uykudan uyanmak gibi, çok
tatlı.
- Peki orada mutlu musun?
- Evet, Rabbim bana öyle güzel şeyler ikram etti ki! Hem buralar
gerçekten çok muhteşem! Teyzeciğim! Annem bize Rabbimizi yeterince
tanıtamamış ki, O öyle zengin, öyle mükemmel ki...
- .....
Ve sıra sıra noktalar (.....) Evet burada söz biter, nutuk tutulur,
dil lâl olur. Yukarıda olduğu gibi. Ne denebilir ki? Ancak Allahû
Ekber!
Hayatımızın kimi noktalarında yeni yeni parantezler açarız,
açıklanmayanları açıklamak için. Örneğin 'hakikat'. O kişilerin
veya kurumların keyfi tutumlarına göre belirlenemez. O
“Relativizm”in iddia ettiği gibi "Herkesin hakikati farklıdır, o
senin hakikatindir bu benim" tarzı bir safsata değildir. O “El
Hak”tan(3) neşet eden bir kavramdır. Evet hakikat değişmez, O El
Hak ile sabittir. Tabi ki hakikaten inanmak isteyenlere.
Yine uzun cümleler vardır hayat denizinde. Onlar uzun uzun
anlatılası hallerimizi betimlemek içindir. Bazen hep konuşmak
isteriz, anlatmak isteriz duygularımızı. Aşk gibi, diğer tüm
sevinçler gibi...
Bazen de kısa cümleler kurulur hayat sayfasında. Susulası ya da
birkaç kelime ile anlatılası haller vardır. Çok az konuşulur lakin
konuşulan şey o denli büyüktür ki. İnsanın heyulası bile acıdan
tutuşur: ölüm gibi, ayrılık gibi, diğer tüm üzünçler gibi...
Ve paragraflar vardır: hayatı değişik kısımlara ayıran söz
kıtaları. Çocukluğumuz bir paragraftır, gençliğimiz ve yaşlılığımız
da öyle. Evliliğimiz de bir paragraftır, tıpkı kazandığımız
dostlukları ihtiva eden anılar ve kaybettiğimiz mutlulukları
saklayan gizli kaplar gibi.
Ve son, dev bir nokta ile kapanır kompozisyon: ölüm ile. Ölüm az
konuşur, çok az. Sonra susar. Nefis son kez nefeslenir; derince,
iniltilice... Ve susar, yalnız susar. Ta ki yeni bir uyanışa, büyük
bir kelimenin ruh buluşuna kadar... 'Nebe-i Azîm'e kadar.
(1) Kıyamet, 75:2
(2) Zümer, 39:36
(3) 'El Hak' Allah'ın ismidir, hakikatin salt O'ndan neşet ettiğini
ifade eder.