" Bunu biliyorum. Hatta bu konulardaki kuruntularınızı da biliyorum. Fakat ben bu makamı kılıcımın gücüyle elde ettim."(1)


Muaviye'nin hilafette yaptığı ilk hutbe'den bir kesit işte böyle. Muaviye kendisininde belirttiği gibi hilafeti -Kur'an'ın "Onlar toplumsal işleri aralarında danışma yoluyla (şûrâ) görürler" (42:38) ayetine rağmen- kılıç zoruyla elde etmiş, sonra kazandığı hilafet ödülünü(!) oğluna tevdi etmiştir. İslam'ın Şûrâ'dan Saltanat'a eğrilmesinin başlangıç noktası olan bu hareketi Tabiîn yıldızlarından olan Hasan Basri şu şekilde eleştirmişti:


"Muaviye'nin dört işi var ki bunlardan birini alelâde biri yapsaydı kendi hesabına çok tehlikeli olurdu. Birincisi: o, ümmet üzerindeki hakimiyetini Şûrâ ile değil kılıç zoruyla elde etti. İkincisi: oğlunu veliahd tayin etti. Oysaki kendisi Yezid'in ayyaş, hafifmeşrep, ipek giyip alemler düzenleyen biri olduğunu biliyordu..."(2)


Hz. Osman'ın şehadetiyle başlayan, ardından meşru halife Hz. Ali ile Şam valisi Muaviye arasında vuku bulan "Sıffin Savaşı" ile devam eden, nitekim "Hakem olayı"yla nihayet bulan bir sürecin ardından yukarıda da bahsettiğimiz gibi Şûrâ Saltanata evrilmişti. Ancak yıllar sonra bu zulmü ortadan kaldırmak için ayağa kalkan Hz. Hüseyin kendilerini şehirlerine davet eden ve kendisine halife olarak biat edeceklerini garanti eden Kûfe'lilere güvenerek yaklaşık yetmişe yakın kişiden oluşan ailesi ve arkadaşlarıyla birlikte, Hz. İbn Abbas'ın "Gitme, onlar babana ihanet ettikleri gibi sana da ihanet edeceklerdir!" demesine rağmen yola koyulmuş, ancak Kûfe'lilerden vadedilen desteği görememiş, nitekim daha sonra Yezid ordusu tarafından Kerbela denilen mevkide sıkıştırılmıştı. Nitekim gaye bu güzide gürûhu yok etmek olduğu için Hz. Hüseyin'in gitmekten vazgeçip geri dönmeyi istemesi ya da sürgün edilmeyi kabul etmesine rağmen ordu emelini gerçekleştirmiş ve yankısı zamanları ve mekanları aşacak büyük bir şehadet gerçekleşmişti.


Buraya kadar olan bölüm zaten ümmet için malum bir olay. Kim haklı kim haksız bu apaçık belli. Ancak bu tarihi olayları tahlil ederken amacımız bizim buradamıza ve bugünümüze örnek ve ibret vesikaları taşımak olmalı. Nitekim dün benzer olaylar yaşadığımız gibi bugünde benzer olaylar yaşıyoruz. İşte bu noktada kendimize dönüp şu soruyu sormalıyız: "Ben tüm bunlar yaşanırken hangisinin tarafındayım? 'Statü quo'cu bir zulmün mü yoksa adaletin mi? Bir miktar çıkar elde edeceğim zalim siyasi erklerin mi yoksa hakikatin ve hukukun üstün olduğu mazlum fikirlerin mi?" İşte bu soruyu cevaplarken tarafgirligin girdabını anlatan bir terimle karşı karşıyayız: "KÛFE SENDROMU".


Neden Kûfe? Kûfe neyi sembolize ediyor? Kûfe, adaletin ve zulmün çarpıştığı bir dünyada zulme çanak tutmanın, zulme karşı pasif kalmanın, ses çıkar(a)mamanın kadim bir prototipi.


Peki neden Kûfe? Bunu İslam'ın hicretten sonraki ilk yüzyılına bakarak anlayabiliyoruz. Nitekim bu dönemde Kûfe Emevi-Abbasi sultasına karşıydı, ancak aktif değil pasif bir karşıtlıktı bu. İçinde cesaretin değil korkaklığın ve ahmaklığın bulunduğu, zalimi daha da cesaretlendiren bir karşı duruş...


Bu sendromun somut bir örneği var mı? Elbette. Kûfe'liler bu tavrı hem Hz. Ali hem Hz. Hüseyin hem de Zeyd b. Ali (Hz. Hüseyin'in torunu) döneminde göstermişlerdi. Nitekim Muaviye'nin zulmüne karşı Hz. Ali'yi, Yezid'in zulmüne karşı Hz. Hüseyin'i, Abbasiler'in zulmüne karşı da Zeyd b. Ali'yi kıyama (ayaklanmaya, tavizsiz duruşa) davet etmişler ve hepsini de ölümüne destekleyeceklerine dair biat etmişlerdi. Ancak sonuç hüsran ve hıyanetti. Zalimin, zulmünü artırma tehditlerine karşı hepsi sustular, hatta döndüler bir de alkış tuttular.


Yine Kûfe sendromunu, büyük Şehit Abdullah b. Zübeyr zalim Emevi sultasına karşı Mekke'yi korurken de görüyoruz. Mekkeliler İbn Zübeyr'le beraber ölünceye kadar çarpışacaklarına dair söz vermişlerdi. Ancak Müslümanlar'ın sendromu devam ediyordu. Bu sefer yer Kûfe değil Mekke idi. Nitekim biata uymayan Mekkelilerin terkettiği İbn Zübeyr şehadete yürürken tek başınaydı, korkusuz ve vakar içinde...


Yüzyıllar sonra bu sendromu bugünün dünyasında da görüyoruz. Örneğin Mısır'da. Ya da Suriye'de. Ümmetin tavrını değerlendirerek kimin hangi tarafta olduğunu anlamak çok da zor değil. Mesela Suudilerin tavrı. Zalimin karşısında tavizsiz duran bir Mü'min tavrına asla benzemiyor. Yine mesela Türkiye'nin tavrı. Belki Suudilerden daha samimi ancak hokkabazlıktan öteye geçmiyor. Nitekim Kûfe zihniyetine bürünmüşlerin oldukça bol olduğu bir ülke Türkiye. Burada İslam iddiasında bulunanlara dönüp sormak gerekiyor: "Hangi taraftasınız: Hizbullah mı Hizbuşşeytan mı?"


Yine bu sendromu son asrın Türkiye tarihine bakınca çok net görebiliyoruz. Mesela bu tavır 27 Mayıs 1960'ta görülmüştü. Yine 12 Eylül 1980'de de. Son olarak da 28 Şubat 1997'de. Zulmü kim destekledi, kim karşı durdu? Örneğin postmodern darbenin pişkin zalimlerine karşı çağın Hüseyin'i N. Erbakan o bilindik sona sizce de tek başına yürümedi mi? Mesela, sözde aynı davanın yoldaşları darbeciyi/zalimi alkışlayıp darbecileri haklı bulduğunu açıkladığında sizce de tavrı Kûfe sendromunun belirtilerini taşımıyor muydu? Bence kesinlikle öyle.


Sözün özü: Evrende iki tür insan vardır: "iyiler ve kötüler." Ya da "zalimler ve mazlumlar." Ya da bir başka ifadeyle "Hizbullah ve Hizbuşşeytan." Hz. Hüseyin'in katili olan ordunun komutanı, Kûfe sendromlu Ömer b. Sa'd Hz. Hüseyin ile savaşırken diyordu ki: "Ey Hüseyin! Vallahi gönlüm senden yana, ancak kılıcım Yezid'den..." İşte bu tavır Hizbuşşeytan'ın tavrıydı. Peki ya Hizbullah'ın tavrı? Ne Ali, ne Hüseyin, ne Zeyd ne de İbn Ömer... Bu tavrı anlamak için onları tanımaya bile gerek yok. Sadece, Abbasi zulmüne karşı hapiste şehid edilen büyük imam Ebu Hanife'nin vefat ederken ki şu sözünü anlasak yeter: "Beni zalimler tarafından gasbedilmemiş bir toprak parçasına gömün!" Peki Allah taraftarlarını dik ve diri tutup bunları söyleten neydi? İşte şu müjde: "...Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte gerçek Allah taraftarları (hizbullah) bunlardır. Bakın, Allah taraftarları var ya: işte kurtulacak olanlar kesinlikle onlardır!" (Mücâdile 22)


(1) İbn Kesir, "El Bidaye" 8/137; (Mustafa İslamoğlu, "İmamlar ve Sultanlar" s. 71''den naklen)

(2) İbn Kesir, "El Bidaye" 8/133; (Mustafa İslamoğlu, "İmamlar ve Sultanlar" s. 78''den naklen)