“Atatürk İnkılapları”nın kaynakları neler olmuştur?” sorusu sorulduğunda, buna verilen cevabın “ana ekseni” ni  Avrupa’da XVI  asırda ortaya çıkmaya başlayan Rönesans –Reform hareketleri ve  1789 Fransız İhtilali ile gelen “seküler-laik ihtilal ve inkılap örnekleri”

İKİNCİ BÖLÜM

Batıdaki 'Dil Reformları' İle Türkiye'deki 'Dil Devrimi'nin Karşılaştırılmalı Kısa İzahı

'Atatürk İnkılapları'nın kaynakları neler olmuştur?' sorusu sorulduğunda, buna verilen cevabın 'ana ekseni' ni Avrupa'da XVI asırda ortaya çıkmaya başlayan Rönesans –Reform hareketleri ve 1789 Fransız İhtilali ile gelen 'seküler-laik ihtilal ve inkılap örnekleri' yanında, felsefi, doktriner ve ideolojik bir tercih olarak da 19.asırda kendisini gösteren Fransız Filozofu Auguste Comte'nin 'Pozitivizmi' ( Tanrı ve ahret fikrinin tasfiyesi ile insanının Comte'nin şahsında daha müşahhas olarak tanrılaştırılması) olmuştur. Atatürk de zaten birçok kereler dile getirdiği görüşlerinden olarak 'Benim rehberlerin Fransız İhtilali ve Pozitivizm olmuştur' demiştir. Onun şu sözü Pozitivizm'in felsefesine tıpatıp uymaktadır: 'İlhamımızı gökten ve gaipten değil doğrudan doğruya hayattan aldık.'

'Dil Devrimiz' de, 'Avrupa dil reformlarını (Dil devrilecek bir kültür unsuru olmadığı için Avrupalılar buna hiçbir zaman 'Dil Devrimi' dememişlerdir. Bu yanlışlık Türkiye'de olup bitenlere özgü bir hastalık olmuştur) 'taklitçilik' ten hem de dil ilmine uymamak yanında onların yapılış şekline uymaktan da 'kötü bir taklitçilik örneği' olarak karşımıza çıkmaktadır ki, bundan da kısaca bahsetmek gerekecektir.

Dünya tarihinde Avrupa kıtasına, Ortaçağ'da buradaki bütün milletlerin pagan –putperest dinlerini terk ile Hıristiyanlığı kabullerinin ardından Asya'da da kendisini gösteren İslamiyet'in doğmasıyla birlikte birçok millet (genelde, Araplar, Farslar, Türkler, Urdular, Puştiler) pagan –putperest dinlerini terk etmeleri sonucu, her iki kıtaya da bu iki dinin inanç, siyasi, kültürel ve yönetim anlayışının hakim olması sonucu 'ümmet sistemi' yapılanma olarak damgasını vurmuştu.

Konumuz dil bahsi olduğu için, yazımızı fazla uzatmamak için Atatürk döneminin sağduyulu dilcilerinden ve Atatürk'ün 'Dil Devrimi' ne 'sınırlı destek' verdiği, bir birçok kereler eleştirilerde bulunduğu halde, İsmail Habip Sevük'ün Avrupa ve Asya'da aynı zaman diliminde yaşanan Hıristiyanlık Ümmet sistemi ile İslamiyet ümmet sistemlerini özellikle de dillerin bu sistemlere göre yeniden yapılandırılmasından olarak tıpa tıp bir benzerlik takip ettiklerine dair veciz ve kısa olarak izah edilen şu görüşlerine yer vereceğiz: ' Avrupa dilleri çeşitli ırkların kaynaşmasıyla meydana geldi ama, o kaynaşmayı yoğuran Hıristiyanlıktır. O dillerin kültür kaynağı da 'Antikite' denen eski Yunanca ile Latinceye dayanıyor. (İslam medeniyetinde ise, kültür kaynaklarının Arapça ve Farsça dilleri olması benzeri). Bugünkü Avrupa medeniyetinden Hıristiyanlıkla Antikiteyi çıkarınız, o medeniyet tamtakır kalır. (Bizde İslamsızlaştırma ve Arapça –Farsçanın topyekun tasfiyesi istekleri gibi).

Avrupa'da Hıristiyanlık bin yıl Latinceyi ilim dili (İslam ümmet siteminde Arapçanın ilim dili olduğu gibi) diye kullanarak 'garp skolastiği' ni yaşattı. Yalnız skolastik medeniyet mücerretti, sathi, hacım değildi. Avrupa ancak 16' ıncı asır Rönesansıyla Yunan ve Latin'e ulaşacaktır ki, ilim ve sanatta hacme kavuştu. Biz bin yıl önce Müslümanlığa girdik. İslamlık da Türkçeyi yeni baştan yoğurmaya başladı. (Hıristiyanlıkta ilim dili Latincenin yoğurucu dil olduğu gibi İslamlıkta da Arapçanın ilim dili olarak yoğurucu dil olması) İslamlıktan da 'şark skolastiği' kurulmuştu. Bu skolastik medeniyetin de müşterek bir ilim dili (Arapça) var. Batıdaki Latincenin rolünü Arapça oynuyor. Buraya kadar hep Avrupa'daki gibi…

(Asya'nın) bin yıllık heybetli şereften olarak Avrupa'dan üstünlük tarafı başlar. (İslam ümmet sisteminin ilme değer verdiği ve buna değer vermeyen ve her şeyin Roma'da oturan Katolik dünyasının başı Papa'nın inhisarcılığına bağlı Hıristiyanlığın Ümmet sisteminden farklılığı ile gelen İslam dünyasının yeni medeniyet atılımları). Eski Yunan'dan bin yıl müddetle kopan garp skolastiği satıh kaldığı halde şark skolastiği eski Yunan iminin yolunu bulduğu için Abbasiler döneminde bütün Yunan klasiklerinin Arapçaya çevrilmesi olayı ile klasik Yunan ilmi buluşlarına yeni ilavelerin yapılmasıyla yaşanan atılım) ilim cephesinde hacim oldu. Avrupa Rönesansı Yunanı şarkın bu hacmiyle bulabilmişti. Bu İslam medeniyetinde en büyük rolü Türk milleti oynuyor (Türkler, 9' uncu yüzyılın başlarından itibaren Müslüman olmaya başlamalarıyla birlikte Araplardan ve Farslardan sonra İslam medeniyetinde üçüncü bir unsun olarak yaklaşık 1000 yıl süreyle bu medeniyetin başrollerinde oynayan öznesi olmuşlardır) Biruni, Farabi, İbni Sina gibi dehalarımız garbı nurlandırdı (Bunların kitapları Ortaçağ'da Avrupa dillerine çevrilerek üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmuştu). Bin yılın İslam medeniyetindeki heybetini anlamak için 'İslam Ansiklopedisi' ne bakmak yeter. (Batılıların kendilerinin yazdığı ve bizim de dilimize çevrilen bu ansiklopediyle yaklaşık 1500 yıllık İslam medeniyetinin heybeti Batılların kendi itiraflarıyla da dile getirilmiştir). Evet bin yıllık (Türklere inhisar edeni 1000 yıl) medeniyetimizdeki heybetli şerefimizi bilelim. Başka Milletler habbelerini kubbe diye şişirirlerken biz kubbeler kubbesi şerefimizi habbe yapmamayız…

Türkçeden bütün yabancı kelimeleri atmak isteyen 'tasfiyeciler' (Dil Devriminde aşırıcılar) İslam Medeniyetindeki bütün kültür hazinesine dokunduklarının farkında mıdırlar? Ne Türk Milleti bin yılın ötesine gidebilir, ne Türk dili bin yılın kendine alıp benimsediği kelimeleri atabilir. Türk milleti 'dili dilimdir, dini dinimdir' dedi. Halkın sesi hakkın sesidir. Bu, hepimizi birleştiren ses, yani bayrak ses; milletle dil, gövde ile can gibi birinden ayrılmaz. Asırlar boyu başka ırklardan gelip milletimizde kaynaşan, yüz binlerce değil, belki milyonlarca biz olanı biz olmaktan nasıl atamazsak, dilin kendine mal edip vatandaş edindiği kelimeleri de atamayız. Bunun imkansızlığı bir tarafa, bu dava dil ilmine karşı da bir meydan okuyuştur. Evet ilme karşı da… Bütün ırkiyat mütehassıslarında (uzmanlarınca) hiçbir saf ırk olmadığı gibi bütün dünya lisaniyat mütehassıslarınca da hiçbir saf dil yoktur.' (İsmail Habip Sevük, Dil Davası, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1949, s. 39 – 40)

Avrupa'da Rönesans – Reform hareketleri ve 1789 Fransız ihtilaliyle yaklaşık 1000 yıllık Hıristiyanlık ümmet sistemine son verilirken, yeniliklerden diğer bir çeşit olarak da bir ırka dayalı 'millet sitemi' ne geçişin 'ulus devletler' yapılanmasında İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca vb.(19 asında ise, 'Balkan Milliyetçiliğinden' olarak da Bulgarca, Romence, Sırpça, Macarca vb dillerinde de yapılan reformlar da dahil) dilerinin de 'Dil Reformları' na (Dikkat ediniz 'Dil Devrimleri' denilmiyor. Çünkü dil devrimle yıkılıp yerine yeni bir uyduruk dil konulacak kültür unsuru değildir. Bilerek veya bilmeyerek yalnızca bizde 'Dil Devrimi'ni kullanmak hatasına düşülmüştür) maruz kalmışlardır. Bu dilerdeki reformlar hareketlerini özünü 'dilin de millileştirilmesi' teşkil ettiği halde, dünyada her dil başka dillerden kelimeler ve terimler alıp bunları kendi ses uyumuna (fonestik) göre uyarlayıp malı sayılmıştır. Adı geçen Batı dilleri, kendilerini Hıristiyanlığın ümmet- din –ilim dili olan Latincenin aşırı etkilerinden kurtarmak yanında, birbirlerine etkilerinden olarak da (İngilizlerin İngilizceyi Fransızcanın, Almanların Almancayı Fransızcanın, İtalyancayı İtalyancayı Latincenin aşırı etkisinden kurtarmak için) başlayan dil reformları hiçbir zaman 'dillerdeki yabancı kelimelerin topyekun tasfiyesi' ne 'Hıristiyanlığın suçlu gösterilmesi' ne dönüşmemiştir. Bu halleriyle adı geçen dillerin kelimelerinin % 60—70 ini Latince teşkil etmiştir. Avrupa milletlerinin, Hıristiyan olarından kaynaklanan 'Dilimizi de Hıristiyanlığın esaretinden kurtarıyoruz' gibi bir 'psikoz ve sendrom' un içine de düşmemişlerdir. Biz ise Avrupa'da dil konusunda olup biten bütün bunların tersi olmuştur.

Batı'da dillerde 'topyekun bir tasfiye' nin yaşanamayacağına dair fikirlerini, ünlü Alman edebiyatçı yazarı Goethe 'Bir dilin kudreti, kendisine yabancı olan kelimelerini atmasında değil, onları yutup sindirmesinde kendisini gösterir. İfade etmek istediğim duyguyu bir yabancı kelime karşılıyorsa, hiç tereddüt etmeden alır kullanırım ve o kelime de Almanca sayılır.' (Prof. Faruk Kadri Timurtaş, II. Dil Kongresi ve Akademi, Türk Muallimler Birliği Yayınları, İstanbul, 1969, s., 7) şeklinde dile getirirken ünlü Fransız edebiyatçı yazarı Littré de 'Eğer Fransız dilinden eski Yunanizm ve Latinceyi çıkarırsanız Fransız dili diye bir şey kalmak' (Timurtaş, II.Dil Kongresi ve Akademi, s. 16) haklı ve ilmi görüşüne yer vermiştir.

Bu halleriyle hiçbir Batılı millet, dillerindeki Latince ve Yunanca kelimelerin varlığını, 'kendi dilerini boyunduruk altına alan, kendilerini geri bırakan ve manevi istiklallerini yok eden' olarak görmemişlerdir. Daha da önemlisi, Avrupa'da yapılan ardı arkası gelmeyen bütün yenilikler ve ihtilallere rağmen Latincenin bütün Batılı milletler için 'ortak bir ilim dili olarak kullanılması' kararı alınmıştır ki, bu günümüzde bile yürürlükte olan bir uygulamadır ve Avrupa dışında da bir çok milletin 'ilmi kelime ve terimleri' dili olarak Latinceyi kullanmasıyla birlikte bu kullanım 'uluslararası bir boyut' bile kazanmıştır.

'Kurtuluş için bizden ileri bir medeniyet olan Modern Batı medeniyetini taklit ediyoruz, Batılılaşacağız' derken bizim 'Dil Devrimcileri' nezdinde Batıda olan 'Dil Reformları' nda yapılanların tamamen tersi yapılmış, bu bizi bir çeşit 'Batılılaşacağız derken batırmaya götürmekten' başka bir işe yaramamıştır. Çünkü, bir milletin kullanılan alfabesi ve yaşayan dili o milletin mazisindeki bütün kültür unsurlarını ve medeniyetini geleceğe taşıyan en önemli kültür köprüleridir. Bu sebepten birçok sağduyulu ilim adamı, edebiyatçı yazar ve devlet adamı 'Geçmişi ile geleceği arasında kurulan köprüleri atan ve geçmişi ile bağlarını kesen milletlerin geleceği olmaz' görüşüne yer vermişlerdir.