Hak erlerinin dertleri Allah (c.c)’tır. İnsanın derdi Allah olunca herkesin bu dertle dertlenmesini ister. Çünkü bu dert aslında bir derman mesabesindedir. Bu dertte aslında kurtuluşun formülü gizlidir. Onlar herkes bu hak aşkının tadına baksın ve hakka canı gönülden bağlansın isterler. Taşlıcalı Yahya merhum ne güzel demiştir:

Kâşkî sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihân

Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa...

Allah dostlarının derdi özelde Allah’tır. Ama onlar kamunun derdiyle dertlenmiş insanlardır. O gönül sultanları halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğunun bilincindedirler. İnsanlık ne kadar düzgün olursa onlar o kadar mutlu olurlar. Ne kadar dalalete düşerlerse onlar o kadar mahzun olurlar. Hayatta aklınıza gelebilecek bütün vesileleri onlar insanların kurtuluşuna vesile kılmak isterler. Bu vesileler bazen sohbet bazen kitap bazen bir şiir ve bazen de bir nazardır. Nazardır çünkü Efendiler efendisi (s.a.v) ne güzel buyurmuştur: “Müminin ferasetinden sakının zira o Allah’ın nuruyla bakar.”   İşte onların her işleri insanlığa hizmettir.

İşte Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri de ümmetin derdiyle dertlenmiş bir mürşid-i kamildir. Öğrenci okutmasıyla, müridanı yetiştirmesiyle, halka hitabıyla hep insanların hidayetini dert edinmiştir. Mevlana Hazretleri şiirlerini ben şairim şiir yazmalıyım derdiyle yazmamıştır. Hazret şiirlerini Rabbani bir ilhamla yazmıştır. İnsanlara kurtuluş reçetesi olsun diye mesnevisini kaleme almıştır. Mesnevi ki Kur’an’ın tefsiri mesabesindedir. Mübarek o kadar incedir ki “Ben şiirlerimi yanıma gelenlerin canı sıkılmasın diye söylerim” der. Hatta bir süre şiir söylemeyi bıraktığını söylemesi üzerine “Yanıma gelenler şiir söylememi arzu ediyorlar” der.

Mevlana hazretleri Fîhi Ma Fîh’te şiiri bıraktığını ve şiirden beter bir şey olmadığını dile getirir. Bunu şuna benzetir. Ev sahibini işkembe çorbası isteyen misafiri için işkembe temizlemesi gibidir. Şiir yazmak onun için bu mesabededir.

Mevlana hazretleri sözlerine devamla”… bir memlekette hangi cins mal alınıp satılıyorsa ona uygun mal alıp satmalı…” yani Mevla’nın geldiği Anadolu’da insanlar şiir seviyordu Hazret’te şiir söylemeyi kendisi için bir zorunluluk olarak gördü.

Hazret yine Fîhi Ma Fîh’te der ki, “Şayet ben memleketimde kalsaydım oradaki zatlar gibi ders okutarak, vaaz vererek ve kitap yazarak ömrümü geçirecektim. Bu şuna benzer hekim hastanın ilaç içmekten bıktığını görünce ilacı şerbetin içine karıştırır. Öylece hastanın tedavi olmasını sağlar. Çünkü hastayı ilaç almaya ikna etmek mümkün değildir. İşte ben şiir söyleyerek hastaya ilaç vermekteyim.”

Mevlana Hazretleri “Bizden sonra Mesnevi şeyhinizdir” buyurur. Yani mesneviyi masivadan arınarak okursak gerçekten yetiştirici ve bir yol gösterici olduğunu görürüz. Mesnevi’yi sadece bir edebi tür olarak görmek büyük bir basiretsizliktir. Böyle görmek mesnevinin o manevi havasından ve istifadesinden mahrum kalmaktır. Sultan Veled Haretleri ne güzel demiş, ”Evliyanın şiiri tamamen kur’an tefsiridir.” Yani Mevla Hazretleri şiirlerini hidayete vesile olması için yazmıştır.

Hz. Mevlânâ neden şiirlerini Farsça Söylemiştir?

Birçokları tarafından hep tartışma konusu olmuştur: Yunus Emre(k.s) Hazretleri anlaşılır şiirler yazmış fakat Mevlânâ (k.s) Hazretlerinin şiirleri neden anlaşılmaz? Keşke Türkçe yazsaymış herkes anlasaymış. Peki meselenin iç yüzü gerçekten böyle mi? Mevzunun detayında neler var dilimiz döndüğünce gelin bunlara değinelim.

Mevlânâ hazretleri Konya’da medresede okuttuğu dersleri Farsça’ydı. Bu dersler öyle bir dersti ki talebenin Farsça bilmesi yetmez, konuyla alakalı temelinin de olması gerekirdi.

Mevlânâ hazretleri Türkçe şiirler yazmış olmasına rağmen bu şiirleri Farsça yazdığı şiirlerin yanında yok denecek kadar azdır. Ayrıca Farsça şiirlerinin içinde Türkçe kelimelerde kullanmıştır.

Bilindiği üzere Mevlana Hazretleri Belh şehrinde doğmuş ve büyümüştür. Bu yerde çoğunluklu olarak Fasça konuşulmaktaydı. Moğol baskısı nedeniyle Anadolu’ya göç etmişlerdir.

Mevlana hazretleri’nin Farsça yazmasının bir nedeni bulunduğu çevrede edebiyatçıların bilim adamlarının hatta devlet yazışmalarının bile Farsça olmasıydı. Oralardaki dersler genellikle farsça yapılıyor, eserler farsça yazılıyordu. Bilindiği gibi bu gelenek, Anadolu Selçukluları veziri Karamanoğlu Mehmet Bey’in 1277 yılında Türkçeyi resmi dil ilan edişine kadar Anadolu Selçukluları’nda da sürmüştür. 

Mevlânâ hazretleri Belh şehrinden göçtüğünde yirmi beş otuz yaşlarındaydı. Ve o yaşına kadar hep alanda Farsçayla yatıp Farsçayla kalmıştı.

Mevlana Hazretleri’nin Farsça yazmasındaki bir başka neden Belh’te konuşulan Harezm Türkçesiyle Anadolu’da konuşulan Oğuzca arasında epeyce farklılıklar olmasıydı. Yani Mevlânâ (k.s) Türkçe yazsaydı bile anlaşılamama riski vardı.

Türk bilginleri de Farsça, kısmen de Arapça eserler yazmışlardır. Ama Bahaeddin Veled’in çağdaşları Ahmed Yesevi, bunun talebesi Bakırgan lakabıyla anılan Hakim Süleyman Ata’lar da halk edebiyatı türünde Türkçe eserler yazmış kişilerdir. Bununla birlikte, Farsça yazan Türklerle Türkçe yazan Türklerin hepsi evlerinde ve sokakta kuşkusuz Türkçe konuşuyorlardı. Bugün bile Şiraz bölgesindeki Kaşkailer ve Tebriz, Hoy bölgesindeki Azeriler arasında durum böyledir; yani eserlerini farsça yazarlar ama evlerinde, sokakta ve çarşıda Türkçe konuşurlar. 

Özetle  Mevlana, ayrı bir edebiyat türünde ve çevresinde yetişmiş olduğundan Türkçe yazamazdı. Yazsaydı bile, doğup büyüdüğü bölgenin lehçesiyle yani doğu lehçesiyle yazacaktı ki o lehçedeki yazıları, batı lehçesiyle konuşan Anadolu halkı aynı zevk ve heyecanla anlayamayacaktı.

Öte yandan Mevlânâ, geniş, yaygın ve tanınmış bir edebiyat dili olan Farsça yazmış olması sayesinde onun yüce mistiklik şöhreti yüzyıllar arasından geçerek günümüze kadar aynı güçle gelmiştir.

Aslında meselenin özü şudur; Mevlânâ Hazretleri ister Farsça ister ister Türkçe isterse de başka bir dil kullanmış olsun. Bu bir şekilde sözlük çalışmalarıyla ya da o dili öğrenmekle çözülebilir bir durumdur. Bu şiirlerin kelime manalarını bilmek, şiirin ilk anlamından haberdar olmak tabir yerindeyse bal kavanozunu dışından tatmaya çalışmak gibidir. Asıl olansa bu kavanozun içindeki balı tatmaktır ki bu Mevlânâ Hazretlerinin derununa inebilmektir, en azından o yönde gayret içinde olmaktır. Bu da zamanın Mevlânâlarına gitmekle daha kolay olabilecek bir durumdur.