Akıp giden bu hayatta her şeye rağmen yaşamaya devam ediyoruz. Sevinçte, kederde, ölümde hayata dahil. Mutluluğun kadar mutsuzluğunda hayatımızda yeri var. Sevinçler nasıl ki paylaşarak çoğalırsa kederlerde paylaşarak azalır. Dolayısıyla insan anlatmaya ihtiyacı vardır. İnsan anlattıkça rahatlayacaktır. Bugün birçok psikolog danışanlarına yazmayı telkin edip şifa bulacağını söylemektedir. Bugün yoldan kimi çevirirsek çevirelim anlatacak bir şeyleri vardır. Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Sosyal bir varlık olduğu için anlatmaya ihtiyacı vardır. Sevinci de anlatmalıdır kederi de…
Bu anlatma ihtiyacı bir sanatçıda eser olarak vücut bulacaktır. Dolayısıyla edebi bir ürün meydana gelecektir. Bunun neticesinde sanatçı rahatlayacak ve bir eser meydana getirmiş olacak. Okuyanda edebi zevkini tatmin etmiş olacak. Ayrıca okur bilgi, birikim ve tecrübede elde etmiş olacaktır. Sonuçta yaşanmış bir olayı estetize edilmiş bir şekilde okuyacaktır. Yazanda okuyanda sağalacaktır.
Yazarlar, şairler ve fikir adamları hassas insanlardır. Yaşadıkları hayattan çok çabuk etkilenirler. Bu etki zihinlerinde fikre dönüşür. Bu fikirleri dışarıya atamazsa kendi içerisinde bir baskıya dönüşür. Bu baskıyı gidermenin yolu da yazmaktır. Yaza yaza rahatlarlar. Aynı zamanda var olan sıkıntılara çözüm üretmiş, teklifte bulunmuş olurlar. Onun için bir toplumun yazarı ve şairi ne kadar çok olursa sıkıntılara da çözümü o kadar çok olur. Bunun için toplumumuzda okuyan, yazan ve çizen insanlara hep değer verilmiştir. Fikir adamları günlük siyasetin ve devlet adamlarının peşinden gitmemelidirler aksine devlet adamları yazarların yolunu takip etmelidirler.
Kafka içerisinde bulunduğu sıkıntılı durumu Gregor Samsa isimli bir böceğe yansıtarak ruhsal arınmasını gerçekleştirmiştir. Yansıtmasa belki de çıldıracaktı. Savaş zamanı ağıt yazamayan Rilke bu duygularını on yıl bastırmış ve sonrasında sonelerini yazmaya başladığında mutluluğuna diyecek yokmuş. Birçok yazar “yazmasam çıldıracaktım” sözünü daima yaşamışlardır. Dostoyevski içindeki kötülük duygusunu Raskolnikof’ta anlatarak ruhunu teskin etmeye çalışmıştır. Tolstoy Anna Karenina karakteri ile Goethe Werther’i intihar ettirerek ruhunu rahatlatmaya çalışmıştır. Virginia Woolf insanın içindeki acıları yaşaması gerektiğine inanır. Dışarıdan alınacak ilaçlar sadece acıyı dindirir, acıyı yok etmez görüşündedir. Dolayısıyla bu acılar yazdıkça sağalacaktır. Stefan Zweig’ın ise kültürel tatminliğe ulaşamadığı için intihar ettiği söylenir. Yani içindeki o derdi ya da fikri arz edecek ortam bulamadığı için…
Sanatçının her ifşa ettiği düşüncesi onu rahata erdirir. İçindekini söylemiştir ve rahattır artık. O içindeki volkanı o anlık dindirmiştir. Sıra anlatamadığı diğer fikirlerdedir. Dertleri fikre tevdi ettiği için var olan fikirleri bir şekilde dile getirmelidir. Kağıt kalem onun için tahliye borusu mesabesindedir. Fikirlerini bu boru sayesinde dile döker ve içini boşaltmış olur. Bu boşaltış insanlığın hayrına olan bir boşaltıştır genel itibariyle…
İşin bir de ilahi kısmı vardır ki o tamamen başkadır. Hak aşıkları, tasavvuf ehli şiir yazmazlar. Onlar söyler. Yeri gelir ilahi, yeri gelir nefes, yeri gelir kaside söylerler. Salih Baba’ya mürşidinin, “ Haydi Salih söyle” demesiyle Salih Baba’nın hikmetli şiirler söylemesi gibi… Onların gönülleri hak aşkıyla yanıp kavrulmaktadır. İçlerinde sanki bir umman çağlamaktadır. Gönül testileri taşmaktadır. Onlar söylemesinde ne yapsınlar? Bu aşk kimisinde naat kimisinde münacaat kimisinde de farklı hikmetli şiir olarak ortaya çıkmıştır. Fuzuli’de Su Kasidesi, Bâkî’de kubbede hoş bir sada, Nâbî’de edep şiirleri olarak tecelli etmiştir. Yunus Emre Hazretleri ne güzel demiş “ Ya ben öleyim mi söylemeyince?” Gerçekten de ölecek raddeye gelmiştir ki bunu söylemiştir. Özellikle Yusuf Nâbî’nin, “Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâ`dır bu / Nazargâh-ı ilâhîdir, Makam-ı Mustafâ`dır bu.”
Şiiri irticalen, aşk ile söylenen şiirlerin en güzellerindendir…