Şu hadisi şerife kulak verelim:

Ebû Bekir es-Sıddîk radıyallahu anh şöyle dedi:

Ey insanlar! Şüphesiz siz şu âyeti okuyorsunuz:

“Ey mü’minler! Siz kendinize bakın, doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. İşlemekte olduklarınızı size haber verecektir” [Mâide sûresi, 105]. Oysa ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi şöyle buyururken işittim:

“Şüphesiz ki insanlar zâlimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa, Allah’ın kendi katından göndereceği bir azabı hepsine umumileştirmesi yakındır.” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 8; Tefsîru sûre (5), 17)

Önümüzde duran Kur’an’ı okumak yetmediği gibi anlamak da yetmiyor; onu, anlaşılması gereken gibi anlamaya mecburuz. O bizim kitabımızdır; onun gibi olmakla yükümlü olduğumuza göre, nasıl anlamamız emredildi ise öyle anlamamız şarttır. Bu açıdan bakıldığında Kur’an’ı anlamamızın önündeki engel tek başına Arapça bilmemek değildir. Kur’an’ın indiği ortamların şahitleri olan ashabın bilgisine ve bize tutacakları ışığa da muhtacız. Kur’an âyetlerinde bir de nefislerin hoşlanacağı anlam bulunuyorsa onu kendi anlayışımıza göre tevil ederek anladığımıza ikna olabiliriz. Akıbet lehimize olmayacaksa anlamak veya anlamamak ne işe yarayacaktır?

Maide suresinin yüz beşinci âyeti böyle bir konuyu ihtiva etmektedir. Âyet, yüzeysel olarak ele alındığında ‘siz kendi işinize bakın, başkaları sizi ilgilendirmez, onlardan sorumlu olmazsınız’ mesajı çıkmaktadır. Âyet, iyi bir Arapça bilgisi ile dahi okunsa bu anlamı çıkarma mümkündür.

Böyle bir anlam ise âyetin içindeki mesaja terstir öncelikle. Âyet, ‘doğru yolda iseniz’ derken, meselâ doğru yolda olmanın gereklerinden biri olarak, diğer insanların gidişatı ile ilgilenmek de vardır. Mazluma yardım etmek, zalimi engellemek de ‘doğru yolda olmak’ sınırlarında kalmaktadır.

Kur’an’ı anlamada, onu ilk dinleyen ashabın şahitliklerinin bizim için önemi bir kere daha anlaşılmış olmaktadır. Bu âyetteki eksik anlaşılma ihtimaline ilk itiraz, âyetin inişine şahit olanlardan biri olan Ebu Bekir radıyallahu anhdan gelmektedir. Eksik anlamaya karşı müdahale etmekte ve zalime tepki göstermedikçe ‘doğru yolda olmanın’ mümkün olmayacağına temas etmektedir. Doğru yolda olmak bir kenara, zalime mani olmayanlar için bir azap tehdidi de vardır.

Bu Ümmet Zulme Seyirci Kalmaz

Allah’ın haramlarından biri olan zulme seyirci kalmak, diğer haramlardan birine seyirci kalmakla aynıdır. Zinaya tepkisiz kalmakla zalime tepkisiz kalmanın farkı yoktur. İkisi de Allah’ın haramlarından bir haramdır, mü’min ikisinin de oluşmasına karşı sorumluluk taşımaktadır. Bu sorumluluğu yerine getirmeyen mü’min, kendisini ‘doğru yolda’ saymakla doğru yolda olmuş olmaz.

Müminlerin, kendi aralarında iyiliği emir ve kötülüğü engelleme görevleri, böyle bir anlayıştan doğmaktadır. Bunun yerine getirilmemesi de azabın yaygın olması gibi bir sonuç doğurmaktadır.

Zulüm ne ise ona engel olmak mü’min toplumun görevidir. Zulüm, mü’min olmayanlardan da gelebilir mü’min olanlardan da. Önemli olan Allah’ın haram ettiği zulmün işleniyor olmasıdır. Zulüm; kırbaç olabilir, hak ihlâli olabilir, eşin eşe zulmü olabilir, babanın çocuklarına, çocukların babalarına zulmü olabilir. Hangisi olursa olsun, mü’min aktif bir görev üzerinde olmalıdır.

Elbette, Allah’ın hiçbir emri takatı zorlamayacak nitelikte değildir. Mü’min sadece yapabileceğinden sorumlu olur. Hangi zulmü ne kadar önleyebileceğini Allah Teâlâ bilmektedir. O gücünün yettiğini veya yetmediğini söylemekle kendini temize çıkaramaz. Aslımızı bilen Allah’a karşı mazeret uyduramayız. Gerçekten engel olamayacağımız bir zulüm bizden sorulmayacağı gibi, şu veya bu menfaatimizden ötürü, keyfimizin zedelenmesi endişesinden ötürü engel olmak için çırpınmadığımız zulümden de soruluruz. Müezzinlerin ilan ettikleri her namaz vakti bizi ne kadar, kulluk ispatına davet ediyorsa gözümüze ilişen her zulüm de o öyle bir davetiye hükmündedir. Gözümüzün önündeki bir zulüm için neler yapabileceğimiz sınırlı bir liste olabilir ama neler yapmak istediğimizde sınır yoktur. Yüreğimizin karşı tepki olarak volkanlaştığı bir zulümden mesul olmayabiliriz. Sessizliğimizin karanlığı içinde kaybolan bir zulüm ise bizim için yük olarak kalmaktadır.

Zulüm organize olmuş ise organize olarak onunla mücadele etmek de mü’min olmanın farklılığı ile ortaya çıkan tavırlardandır.

Din anlaşılırken, öğretilirken bir bütün olarak ele alınmalıdır. Dinin a veya b bölümü, dinin bütünü değildir. Kur’an ne ise din odur.

Kur’an’dan bir âyet, bir sure üzerinden hareketle eğitim yapılmamalıdır. Sadece namaza eksenli bir eğitim meselâ, namaz kılan ama çevresindeki zulme seyirci kalabilen Müslüman tipleri geliştirebilir. Bu ise Kur’an’ın ruhuna aykırıdır.

Zulüm, şeytanın projeleri olarak önümüze çıkmaktadır. Dolayısıyla büyük bir birikimi bulunan şeytana karşı bizim de uyanık bulunmamız şarttır. Zulmü sadece Ebu Cehil’in Bilallere yaptığı haksızlık olarak görmek böyle bir yanılgıdır. Zulmün zamana ve şartlara göre çok çeşitli olabileceğini ve bizim karşı tepkimizin de zulmün çeşitliliği kadar çeşitli olması gerektiğini bilmeliyiz. Zulüm var oldukça mü’minin azmi ve gayreti de var olmalıdır.