DİYANETİN KURULUŞ FELSEFESİ

Diyanet İşleri Başkanlığı 4 Mart 1924 tarihinde, Hilafetin kaldırılmasından bir gün sonra Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığına bağlı bir teşkilat olarak kuruldu.

Anayasanın 136. Maddesinde; “Laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir.” Ayrıca “İslam dininin inanç ve ibadetle ilgili hususlarının uygulanması ve ibadet yerlerinin idaresi görevi verildi.” Hükmüyle görev ve sorumluluklarının çerçevesi çizilmiş.

Genel Müdürlük seviyesinde resmi bir kurum olan Diyanet’in Başkanını siyasi iktidar seçer ve azl eder.

Kuruluşundan günümüze kadar gelenekten modernliğe geçişte toplumun uyum sürecinde ve sonrasında kuruluş felsefesine uygun hareket etmiş. İrşadi faaliyetlerine yeterince müsaade edilmemiş, idari yönden “Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü” tarzında yapılandırılmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında kuruma biçilen misyon, halk nezdinde itibar sahibi olan ulema ve kanaat önderlerinin nüfuzunun kırılması olmuştur.

Diyanet konumunu dini kıstaslara göre değil, siyasilerin taleplerine göre şekillendirmek zorunda kalmış “Din ile devlet arasına sıkışmış bir kurum” olmaktan kurtulamamıştır.

Türkiye’de laiklik, dinin devlet denetimi altına sokulması, Diyanet İşleri Başkanlığı da, devleti dine hâkim kılmanın aracı olarak görüldü. Bir dinin teşkilatından ziyade, zabıta görevi gören idari bir teşkilat olarak yapılandırıldı.

Kurumları laikliğe biat etmeye zorlayan ve laikliği evrensel değerler kisvesine sokanlar…

Laiklik evrensel bir değer değildir. Din ile devlet işlerinin ayrılması falan da değildir. Laiklik, dini vicdanlara hapsedip, sekülarizmi dayatmaktır.

Peki, bugün Diyanet İşleri Başkanlığını İslam’ın ve Müslümanların gerçek, bağımsız bir temsilcisi olarak görülebilir miyiz?

6 milyar 867 milyon TL’lik bir bütçeye, 117 bin 378 personele sahip olan Cumhuriyetin güzide kurumlarından Diyanetin;

-Oruçluyken sakız çiğnesem oruç bozulur mu?

-Epilasyon caiz mi?

-Balık tutmak orucu bozar mı?

-Şehvetime engel olamıyorum, hadım olmak caiz midir?

Diyanet bu gibi sorulara cevap vermekten daha büyük sorumlulukları olması gereken bir kurumdur.

Kimse Diyanet’in, aynı bütçeyle gezegen keşfeden Nasa ile yarışmasını beklemiyor.

Sosyal meselelere duyarlı, siyasal ve bürokratik baskılardan etkilenmeyen bir yapıya sahip olmasını bekliyor.

Geçmişte Fetö sayesinde kariyer üstüne kariyer yapanların, bu gün “Aslında şu görüşleri yanlıştı, bu düşünceleri sakattı” tarzında söylemleri çift yüzlülüğün ta kendisidir.

Kusura bakmayın ama Fetö palazlanırken hepiniz ordaydınız.

Bugün inanç guruplarının Diyanete bağlanması gerektiğini düşünenlerin, devletin sınırsız imkânlarıyla ve yüksek maaşlarla yapamadıklarını, asgari ücretle yapanlara karşı bir çekememezlik midir yoksa siyasi iktidara kur yapma düşüncesi midir?

Cemaatleri Diyanete bağlamak, Diyaneti Cemaatlere bağlamak kadar hayal mahsulü bir projedir.

Buna kargalar bile güler.

Devletin kurumlarını, portatif seri üretim bandı olarak görüp, tek tip insan yetiştirme ve yerleştirme alışkanlığından vazgeçilmesi gerekiyor.

Türkiye’de bütün kurumlar önceleri vesayetin, sonra sözde “cemaatin”, şimdi siyasetin yörüngesinde görünüyor.

X tarikatı, cemaati, cemiyeti, siyasi parti, filan mezhep, falan meşrep, cami veya cemevi, vakıf, diyanet, dernek ne olursa olsun yargıya, orduya, emniyete, eğitime, maliyeye, üniversiteye, medyaya adam yerleştirme devam ederse, on yılda bir, darbe yemeye mahkûmuz.

Kalın Sağlıcakla…