Pause tuşuna basılmış, kozasını ören, sığ bir dünya, bakış ve yaşam denilen soğuk, Mekanik, robotik ve dolayısıyla ruhsuz ve duygusuz davranışlar.
Antrenmansız ve yalpalayan hayatlar. Sevgiden, korumadan, sarma, bağra basma ve duygu dolu sözcüklerinin kulaktan yüreğe fısıldandığı hayattan, anne, baba ve çocuk arasında ki duygusal ve güvenlik sözleşmesinden yana mahrum olmuş kimseler ve yaşanmamış yaşantılar.
Yüzleşmekten korkup kaçındığımız, canımızı yakan doğrular. Hezeyanlar, duygusal dürtüler, hedonizmin sınırsızlığı, yaşamın mutlaklığının yanılgısı üzerine kumar masasına yatırılmış değerler manzumesi…
Hayat emaresi olmayan soluk alışlar, ruhunu ve canlılığını yitirmiş ölgün bakışlar ve yaşamak zorunda olduğundan istemsiz istemsiz hayata katılımlar ve tüm bunların tam orta yerinde ölmeksizin bir can veriş…
Yaşamak ve yaşamaya direnmek ne büyük zahmet!
Yaşamın kendisini bir tehdit olarak görmek ve bu tehdit üzerinden ustaca manevralar, Allah ile yapılan evvel ki akitleşmenin bir namus olduğu bilinciyle bir kez daha Yaradana mülteci olmak.
Yaşamanın ön koşulu sevmek ve sevmenin anlam ve önemimi kanıksamış olmanın en bariz ve kut göstergesi, her an ölüme hazır ve ölümünde sevilir olduğunu anlamak.
Buradan yana nasipsizlerin yalpalayıp durduğu, hedefi ve hayatı hep teğet geçtiği, kazara bile olsa denk gelen sevgiyi, huzuru, mutluluk ve kazanımı vurmaya, kotarıp kapmaya cesaret gösteremeyecek kadar el ayak çekmek Allah, ilkeleri, sevgi ve hayattan…
Sevgiyi ve sevgiliye yapılan sabotaj, pusuya yatmış birçok kurumuş yürek. Kapıda beklenilen, kapıda karşılanan ve hemen arkasında kapıdan dışarı edilen duygular…
Sevginin sahiline, yamacına ve gölgesine sokulmamak üzere gösterilen özen neyin korkusu? Ya da hangi yaşanmışlıkların bıraktığı tortuların dirilişiydi, kim bile…
Başkaları ve hatta her şey bir kenara olur olmaz, yerli yersiz, makul ya da mantık dışı, kişinin kendisiyle verdiği kavga, savaşım ve bütün bu emeklerin sonrasında elde ve avuçta kalan kocaman sıfır ve ibrete dair, ders almaya dair nasipsizlik nasıl bir fakirlik…
Kanatların, solungaçların, gaga, pençe ve azı dişlerin ihlal ve ihmal edildiği bir kez bile görülmemişken akla, mantığa, ahlaka, ilkelere ve doğrulara dair dönülen sırt, duyarsızlık ve umarsızlık nasıl bir ölmüşlük…
Allah’tan, kendisinden, verdiği söz ve yaptığı akitten, her gün ölen onlar, yüzler, binler ve dahi milyonların gösterdiği kadim yol, yön ve nihayetten bağımsızlığa, özgürlük diyen zihinsel körlük ve ölgünlük…
Sokakta, yaşadığını zanneden soluk benizler, beton suratlar, kanın çekildiği yanaklar, kalp ritminin bitip tükendiği atışlar, vuruşlar ve nabız sahiplerinin birbiri ile eşgüdüm ve muhteşem bir uyum(!) ile sürgitlere, bir başka ölgün kitlenin duyduğu hayranlık.
Üç beş atımlık bilgi ve üç beş kuruş üzerinden hadsiz, hudutsuz, limitsiz ve kusursuzluk sihri ve uyuşturucu etkisinde kalıp sağı ve solda ki tüm bentleri yıkma küstahlığına başarı, kazanım ve ölümsüzlük diyen aciz..
Villaların, yalıların, köşk ve şatoların cansız ve renksiz duvarlarını dahi kirleten pişmiş kelleler.
Benden ötesi yalan, bensizlik tufan, kale gibi nakit mekanlarına harcanan şuursuz mesailer, hiçbir tadı ve esprisi olmayan türlü içeceğe yalandan lezzet yükleyip ‘’ Yılanmış şarabın hali bir başka ‘’ diyerek kendi kendisine çalım atıp aldatan nefis…
Doğarken beş parasız, zavallı, güçsüz ve her türlü bakıma muhtaç. Yaşlanırken ve ölüme dair koşar adım giderken de tüm gücünü yitirmiş ve kazanılan onca paranın hiçbir getirisi olmayan, her türlü destek ve bakıma muhtaç ama hepsinden önemlisi beş kuruşsuz giden edersiz hayatlar…
Yapacak bir şey yok, herkes ama herkes bir şeyler harcıyor ya da yatırım yapıyor. Kimisi heybeye kimisi haybeye…