“İnsan sahip olmak istediği şeyin kalıbına bürünür önce. O uğurda değişir ve taklitçiye dönüşür. O, aslında o değildir artık. O, sahip olmak istediği şeyin rengiydi.”
'İnsan sahip olmak istediği şeyin kalıbına bürünür önce. O uğurda değişir ve taklitçiye dönüşür. O, aslında o değildir artık. O, sahip olmak istediği şeyin rengiydi.'
Beş bin yıldan daha fazladır gelişen ve yenilenen dünya da insan olduğu yerde patinaj çeken tek canlıydı. Tüm teknolojiler ve yaşam şekillerinin değişmesine rağmen değişime uğramayan tek şey düşünce sisteminin kendisiydi. İnsanın var oluşundan bu yana yürüttüğü içgüdüsel yönetme arzusu hiç değişmedi…
Kibri, kıskançlığı, bayağılığı, basitliği hiç değişmedi ve gelişmedi. Çağlar ötesinden kalma bir kaşığı bile yemek yerken kullanmayan insan nasıl oluyordu da çağlar ötesinden kalma anlayışların kölesi olabiliyordu, böyle sistemleri nasıl kullanabiliyordu? Nasıl olur da içinde taşımıştı kibrini ve bencilliğini. Bunun böyle olmadığına inanmak hastalık.
Toplumlar var oldular, kavimler yıkıldı ve yerlerine yenileri geldi. Değişti kısaca her şey ama bencillik ve narsism konforunu korumayı başarmıştı. Klasik politika varlığını sürdürmüştür hep…
Dar görüşlü umutsuz zihinler yaşamayı başarmıştır. Düşünce her zaman var olmuştur.
Asfalt gibi zifir karanlığına hapsolmuş zihinlere rağmen aydınlık ve fikirde öyle ancak ne zaman ki düşünce ve fikrin yozlaşmasıyla oluşan ve gittikçe biriken cehalet sarmalı en nihayetinde düşünce özürlülüğünün beklemesine sebep olmuştur. Düşüncede özgünlük, yaşamda özgünlük ve birçok metinlerde karşılaştığımız altı sipirütüalist düşünürler tarafından boşaltılmış şu söz ise kaynatıyordu kazanın içindeki sarmalı; 'kişi kendi olmalı'.
Bu politik cehaletin içinde kişi nasıl kendi olabilir?
Bireysel gelişim uzmanlarının görüşünce, kişi her daim kendi olmayı başarmalıydı. İyi de bu politik cehalet sarmalında kişi nasıl kendisi olmayı başarabilecek?
Pratikte kişi kendisi zor olur. Hele ki cehalet sarmalına tutunan bir topluluk için bu hiç mümkün değildir. Düşünce özürlüsünün zaten kendisi olma gibi bir derdi yoktur! Olamaz da. Bu derdin olmayışı en çok da kolektif olarak bir araya yığılmış düşünce özürlüsü insanların yaşama bakış açılarına göre ve sınırlı algılarına göre hayat sürmekte olan ve bu matrisin dışına çıkmak isteyenleri zorlamıştır.
Dar alanda geniş bilgisizlik denizinde yüzen cahillerin tutunduğu bir sözdü bu. Derler ya hani coğrafya kaderdir. Doğru kaderdir. Ancak sözü edilen coğrafya neresi? Dünyayı tamamını coğrafyanın kendisi olarak görürsek bu sarmaldan kaçışın olmadığını fark edebiliriz. Belki o zaman bu farkı anlayanlar ile başka bir coğrafya temin edilebilir ya da inşa edebiliriz.
Yani 'mümkün değil desene şuna' diyenleri duyar gibiyim ancak tek yol farkındalığın artmasından geçiyor. Bireysel farkındalığa sahip olmalıyız. Bizi biz yapan değerin politi argümanlardan geçmediğine kanaat getirmeliyiz arttık. Karşısında duramadığınız her kötülüğün bir gün sizi de etkileyebileceğini unutmadan yaşayabilmeliyiz artık!
Sosyal medyanın, TV, Radyonun vb. teknolojik araç ve gereçlerin keşfiyle Rönesans çağı keşifleri arasında bir fark göremeyeceğimiz tüm çıplaklığı ile bir yanda dururken 'İnsanlığa hizmet' söylemlerinin yanında hizmet edilen 'insanlığı' kaybettiğimiz de gün gibi ortada. Önce ki buluşlar ve şimdiki buluşların paralelleştiği şey iste tam olarak buydu.
Dejenere insanlık buna, 'böyle şeyler kimin umurunda ki zaten? Diye tepki verebilir. Bende biliyorum kimse umursamıyor…
O halde politik figürler tarafından kutuplaştırılmaya, ayrıştırılmaya devam…