Hakkı ve doğruyu arayan insanın önünde iki yol vardır. Bir tanesi Nübüvvettir diğeri ise felsefedir. Nübüvvet yani peygamber yolunu takip edenler kurtuluşa erip sonsuz hayatta bunun ecir ve mükâfatını alırlar.
Hakkı ve doğruyu arayan insanın önünde iki yol vardır. Bir tanesi Nübüvvettir diğeri ise felsefedir. Nübüvvet yani peygamber yolunu takip edenler kurtuluşa erip sonsuz hayatta bunun ecir ve mükafatını alırlar.
Lakin her şeyi akılı ile çözmeye çalışan felsefecilerin yolu ise tam anlamı ile bir bataklıktır. Bu yolda gidenlerin çoğu inançsızlık belasına tutulup hem dünyasını hem de sonsuz hayat olan ahiretini tehlikeye atarlar.
Çünkü felsefe yolu benlik ve kibir tuzağıdır. Şeytan'ın düştüğü aynı tuzak insanoğlunun da karşısındadır. Bu derin konuyu elden geldiğince açarak izah etmeye çalışalım…
Felsefe benlik duygusuna mana-yı ismiyle bakar. Yani, kendi kendine olmuş manası kendindedir, kendi hesabına çalışır, der ve bu şekilde hükmeder. Vücudunu aslî ve zati telakki eder. Yani bedeninin tasarrufunda kendini hakikî malik, zanneder.
Halbuki nefes alması dahi Allah'ın izni ve kudretine bağlı olan insanın bu şekilde düşünmesi haddini bilmemezlikten başka bir şey değildir. Havayı teneffüs etmek, onu ciğerlerine doldurmak, oksijeni ayrıştırıp vücuda yararlı enerjiye çevirmek, kirli havayı dışarı verirken konuşma yeteneğine dahi kavuşmak hepsinin Allah'ın birer lütfu olduğunu düşünmez bile…
Sadece havayı solumak değil; Allah'ın insanlara ve diğer canlılara verdiği nimetleri görmemek felsefecilerin yaptığı en akılsızca iştir. Düşünse ki Allah'ın izni olmasa yaprak dahi kımıldamaz.
Nübüvvet yani Allah'ın peygamberler yolu ile insanlara gönderdiği mesajlar ile hayatını yönlendiren insanlar ise huzur ve mutluluk içindedir. En ağır musibetlere hatta hastalıklara dahi tutulsa 'bunların hepsi Allah'tan gelmiştir, imtihan ediliyorum' diyerek ümitsizliğe düşmez. Sabır içinde şükrederek Allah'ın rızasını kazanmaya bakar. Çünkü bilir ki bu kısa dünya hayatı, insanın gerçek ihtiyacı olan sonsuzluk duygusunu karşılamak için yeterli değildir.
Kısaca söylemek gerekirse nübüvvete inanalar; olaylara manayı harfi ile bakarlar. Yani her şeyin manası Allah'ı göstermektedir diyerek; insanı yaratan ve onu yaşatan Allah'ın varlığını asla unutup dalalete ve inkara düşmezler.
Felsefeciler, insanın gayesini kendi zatını sevmekten doğan bir gelişme olduğunu düşünürler. Hatta felsefecilerin Allah'a inanan kısmı da dahil olmak bu yanlışta ısrar ettikleri için hayatları çok ciddi travma ve bunalım içinde geçer. Çünkü yöntem olarak çıkmaz yola sapmışlardır. Felsefecilerin esasları; insanın gayesinin Yaratıcıya benzemek olduğunu düşündükleri için çürüktür, bozuktur.
Felsefecilerin yöntemlerini araştıran Bediüzzaman'ın eserlerine bakarak ne derece bu düşüncenin ne kadar dipsiz kuyu ve bir bataklık olduğu anlaşılabilir. Bilhassa Sözler isimli kitapta ve özellikle 12. ve 25. Sözlerde bu yolun çıkmaz sokak olduğu çok net bir biçimde ispatlanmıştır.
Felsefe yolunu ve yöntemini benimsemiş olan Allah'a inançları olduğu konusunda şüphe duyulmayan felsefenin en mükemmel dahileri olan Eflatun, Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi zatlar, büyük bir çıkmazın içine düşmüşlerdir. Bunun sebepleri bilindiği takdirde imanını kurtarmak isteyen insanların aynı bataklıkta boğulması engellenebilir.
İşte felsefenin meşhur insanları hep şunu söylerler: 'İnsaniyyetin gayet-ül gayatı, (teşebbüh-ü bil-vacib)dir, yani Vacib-ül Vücud'a benzemektir'.
Yani insanın en önemli gayesi Allah'a benzemektir. İşte bu düşünce; öylesine firavunane ve kibirle yoğrulmuştur ki, insanı şirk (Allah'a ortak koşmak) derelerinde serbest koşturarak sebeplere tapan birisi haline sokar.
Hindu dininde sıklıkla görülen ve bugün Batı dünyasını da içine almış olan sebepperest, sanemperest, tabiatperest bir çok düşünceyi doğuran felsefecilerin bu anlayışıdır. Haşa! Allah'a benzemek için dünyaya geldiğini düşünen bu insanların düşeceği daha derin bir çukur olabilir mi?
Halbuki insanın mayasında Allah'a karşı aciz olma ve O'nun yardımını isteme duygusu vardır. İnsan; acziyet, zayıflık, zaaf, fakirlik ve kusurdan yoğrulmuş bir varlıktır. İnsanın gayesi Allah'a iman ederek ibadet etmektir. Başka türlü mutlu ve huzurlu olamaz. İşte bu yolu 'nübüvvet' bize göstermektedir. Allah peygamberler aracılığı ile indirdiği kutsal kitaplarda insanlara bu yolu ihtar etmektedir.
Tabiata saplanıp, Allah'a ortak koşmaktan tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamayan felsefecilerin yoluna girmektense vahy ve fazilet olan Kuran yoluna girmek insanların yapacağı en akıllıca yoldur.
İslam Peygamberi Hz. Muhammed (asm) başta olmak üzere diğer peygamberlerin de yolu sadece akla isnat etmeyi kabul etmez. Vahyi esas alır. Çünkü akıl sonsuzluk gibi duygu ve düşünceleri idrak etmekten acizdir. Kendi akıl ve düşüncelerini Allah'ın peygamberler aracılığı ile göndermiş olduğu kutsal kitaplara muhatap ederek onları anlamaya çalışır.
İdrak-i meali bu akla gerekmez zira akıl bu kadar sıkleti çekmez…
Nübüvvet ile insanın gayesinin; 'İlahi ahlak ile bezenerek güzel seciyeleri benimseyip aczini anlayarak Allah'ın kudretine iltica etmeyi bilmek' olduğu izah edilmektedir. Enaniyet ve kibir değil Allah'a karşı acizlik ve fakirlik ön plandadır. İnsan zaafını anlayıp Allah'ın kudretine, fakirliğini görüp Allah'ın kudretine dayanırsa hem dünyada hem de sonsuz ahiret yurdunda zelil ve perişan olmaz.
İşte diyanete itaat etmeyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki; bencil insanlardaki kibir kendi dizginini eline almış dalaletin her bir çeşidini benimsemiştir. Bu zamanda benlik duygusu ne yazık ki insanoğlunun neredeyse yarısını eline geçirmiş ve Allah'ı inkar edecek bir yola sokmuştur.
Halbuki gerçek malikiyeti ve benliği anlamak için şu hususlara dikkat çekmekte yarar vardır: Lehül Mülk, yani: Mülk umumen onundur. İnsan hem Allah'ın mülkü, hem memlukü hem mülkünde çalışan bir varlıktır.
Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde verir: 'Ey insan! Sen kendini, kendine malik sayma. Çünki sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin, belalardan sakınıp, levazımatını yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır. O Malik, hem Kadir'dir, hem Rahim'dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safayı bul. Hem der ki: Manen sevdiğin ve alakadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kainat, bir Kadir-i Rahim'in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.. cefasını değil, safasını çek. O hem Hakim'dir, hem Rahim'dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi 'Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler' de, pencerelerden seyret, içlerine girme' vesselam…