İnsanlık tarihinin en büyük siyasi, iktisadi ve içtimai değişimlerinin yaşandığı bir yüzyıldan geçiyoruz. Teknolojik gelişmelerin insanı içine çektiği hız ve haz adındaki o büyük gayya kuyusu beşeriyeti büyük bir epistemolojik, ontolojik ve aksiyolojik sorunlarla karşı karşıya getirdi.
İnsanlık tarihinin en büyük siyasi, iktisadi ve içtimai değişimlerinin yaşandığı bir yüzyıldan geçiyoruz. Teknolojik gelişmelerin insanı içine çektiği hız ve haz adındaki o büyük gayya kuyusu beşeriyeti büyük bir epistemolojik, ontolojik ve aksiyolojik sorunlarla karşı karşıya getirdi. Bu sorulara felsefi ve dini bir nazarla cevap veremeyen geçen yüzyılın köhnemiş ideolojileri, düşüncelerini insanlara dayatmaya veya ölmüş fikirlerini yeniden diriltmeye gayret sarfediyor. Bu ölü düşüncelerin kendilerini diriltmediğini gören günümüz insanı ise kendini teknolojinin onlara sunduğu hız ve haz dünyasına atlayarak koca bir okyanusta rotasını kaybetmiş bir tekne gibi sağa ve sola savruluyor.
İşte böyle bir çağı analizde ve anlamakta zorlanan sözüm ona o büyük siyasiler, sosyologlar, psikologlar, feylesoflar ve din adamları ya birbirlerini suçlamakta ya da halkları suçlamaktan imtina etmemektedirler. Herkes birbirini suçluyor: Siyasiler birbirlerini, din adamları birbirlerini, filozoflar birbirlerini, sosyologlar birbirlerini, halklar birbirlerini, aileler birbirlerini, ferdler birbirlerini. Psikolojik vakalar artmış durumda. Dünyanın her yerinde psikologların sayısı mantar gibi artarken, psikiyatri merkezlerinin sayısı da çoğalıyor. Akıl ve kalp hastalıkları büyük sıçrama yapmış durumda. Gencinden yaşlısına her yaştaki insan ya anlam arayışı içinde veya varoluşsal sorunlar yaşıyor.
Bütün bu gelişmelerin yanı sıra bu yüzyılda bilim Tanrı'yı keşfederken, insanlık ise teknolojinin sunduğu sanal dünya ile hem hayattan hem de Tanrı'dan uzaklaşıyor. Bunun içindir ki, dünyada deizm ve ateizm gittikçe yayılıyor. Budist dünyadan Hristiyan dünyaya herkes yeni dünyayı anlamaya çalışıyor. İlginç olanı sanal dünyada merhametli gözüken insan, gerçek dünyada daha çok şiddete yöneliyor. Onun içindir ki dünyada hayvandan insana herkese yönelik şiddet gittikçe artıyor. Bu sadece Batı'da değil, İslam dünyasında da çok bariz bir şekilde görülüyor. İslam'ı temsil ettiğini söyleyen iki ülke bunlardan biri İran diğeri Suudi Arabistan deizm ve ateizmin en çok yayıldığı ülkeler arasında. Bu coğrafyanın sözde alimleri ve aydınları ise gelenekçilik ve modernistçilik kavgası içinde birbirleriyle didişerek, geçen yüzyılların sorunları için yeni yüzyıla şifa olacak fikirler üreteceklerine hastalık yaymaktan ve tarafgirliği körüklemekten öte bir şey ortaya koyamıyorlar.
Hasılı kelam, zulüm ve adaletsizlik almış başını gidiyor. Sanal dünyaya başını kaptırmış olan insanlık, hakiki dünyaya çözümler bulcak iken her ferd kendi kişisel çıkarlarını önceliklemiş durumda. Siyasi, iktisadi ve içtimai alanda yaşanan iflaslardan dolayı da baskılar, dayatmalar ve şiddet artmış durumda. Ne devletler ne de siyasiler buna dayatma ve gettolaşma dışında çözüm üretemiyor, ki bu da her seferinde ters tepiyor. Ekonomistler, sosyologlar, feylesoflar ve din adamlarının çözüm önerileri ise siyasilerin çok çok ötesinde olması gerekirken maalesef kurbanı oldukları siyasi düşünceler onların çözümlerini siyasilerin çok çok gerisine itmektedir.
Müslüman dünyadaki durum daha perişan gözükmektedir. Sebebi ise bir yanda emperyalist dünyanın diktatörlere verdiği destekler ile ülkelerin hali kötüleşirken diğer yanda ise gelenekçi veya modernist geçinen yarım din hocalarının ortalıkta gereksiz kopardıkları yaygaralardan insanların dinden daha da uzaklaşmalarını ve sanal dünyanın sunduğu hız ve haz dünyasının cazibeli dünyasına itiyor. Bu din hocalarının bilmesi gereken önemli bir hakikat şudur: İslam dininin sahibi yüce Allah'tır. Laik yobazların 'Laiklik elden gidiyor' gibi kopardıkları vaveyla gibi 'Din elden gidiyor' diye vaveyla koparamazlar. Müslüman alimlere düşen görev tıpkı Peygamberlere verilen görev gibi dayatma ve zorlama olmadan tebliğ ve davetten başka bir şey değildir.
Ne toplumu, ne cemaatleri, ne partileri, ne talebeleri, ne ailenizi ne eşlerinizi ne de çocuklarınızı kendi sahip olduğunuz fikirlere iman etmeye zorlayamazsınız. Nuh (as) boğulmakta olan çocuğu zorla gemiye alıp kurtarabilirdi ama tebliğini yaptı çocuğu ise ona uymadı. Lut (as) eşi helak olan topluluk içinde yer aldı ama onu zorla şehir dışına çıkarmak için çaba sarfetmedi. Yunus (as) halk ona inanmadığı için halkını terkettiğinde Yüce Allah onu cezalandırmıştı. Bundandır ki, Yüce Allah'ın imani bir konuda dahi bütün beşeriyete 'Dileyen iman etsin dileyen inkar etsin.' (Kehf / 29) demişken, Müslüman olduğunu söyleyen birisinin insanları velev yakınları dahi olsa zorlamaya hakkı yoktur. Müslüman bir şahsiyete düşen görev davet ve tebliğdir.
Burada üzerinde önemle durulması gereken konu insanın 'özgürlük' alanıdır. 'Özgürlük' kavramının önemine bir göz atacak olursak, Kuran'da pek çok defa bu kavramının öneminin teyit edildiğini görürüz. Tercih özgürlüğü insana verilen en önemli şeylerden biri olan onun asli varoluşsal hakkıdır ki bu da imandır. İnsanoğlu dinleri ve fikirleri farklı olarak yaşar. Aralarında pek çok diyalog bulunur. Çoğu bu şekilde diğerinin ikna edebilmeyi, görüşlerini kabul ettirebilmeyi ister. Bu tartışmaların en önemlisi din adamları tarafından yapılanlardır. Fakat Kur'an-ı Kerim'e göre tartışmanın tabiatı nedir? Ve Allah peygamberini tartışmayı idare etmesi ve bu şekilde iletişim kurması hususunda nasıl yönlendirmiştir? Allah din ve millet farklılıkları nedeniyle davetin başına gelen, aynı zamanda toplumsal barışı tehdit eden dört afet zikreder. Şöyle buyurur;
1-'Sen öğüt ver, çünkü sen ancak bir uyarıcısın, onlara egemen bir zorba değilsin.' (Ğaşiye /21-22)
2-'Sen onları zorlamakla görevli değilsin, ceza uyarımızdan kaygı duyanlara Kur'an'ı durmadan oku!' (Kaf /45)
3-'Allah dileseydi ortak koşamazlardı. Biz seni onlar üzerine bekçi kılmadık.' (Enam/107)
4-'Sen onların vekili de değilsin.' (Enam/107)
Zorbalık, zorlayıcılık, davayı koruma, vekalet davetin en büyük problemleridir. Davette bu yöntemler kullanılamaz. Zira insanın mükellefiyetinin temeli olan tercih özgürlüğüne zarar verir. Sevap ve günah fikrinin aslı; 'Şayet Allah dileseydi ortak koşmazlardı' ayetinde belirtildiği gibi Allah'ın insanlara verdiği tercih özgürlüğüdür. Eğer Allah aksini dileseydi zaten en başta bunu gerçekleştirirdi. İnsanların tercihlerine hükmetmek, onları zorlamak Rabbani bir kanun değildir, tebliğde bulunan kimse bunu bilmelidir. Bu sebeple Kur'an peygamberlere ve dolayısıyla davetçilere şöyle der; 'Peygamberin görevi tebliğ etmekten ibarettir.' (Maide/ 99) Farklı din ve mezheplere karşı davetçiler bunun bilincinde olduktan sonra davet yolları açık ve münazara sahası geniştir.
Şimdi Kur'an-ı Kerim'in bu husustaki mühim yönlendirmelerine bakalım:
1-Üstünlük taslamadan eşit olmak: 'O halde ya biz hidayet ve apaçık bir sapıklık üzereyiz ya da siz.' (Sebe/ 24)
2-Delil ve burhana başvurmak: 'Eğer doğru söyleyenlerdenseniz burhanınızı getirin.' (Neml/27)
3-Hikmet ve güzel öğütle davet: 'Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır.' (Nahl/125)
4-Neticeyi kabullenmek: 'Sizin dininiz size, benim dinim banadır.' (Kafirun/ 6)
5-Eğer kötü söz söylenir ve küfürler edilirse, toplumsal barışı korumak adına diyalogu kesmek gerekir: 'Allah'tan başkasına tapanlara hakaret etmeyin, sonra onlar da bilgisizlik yüzünden sınırı aşarak Allah'a hakaret ederler' (Enam/108), 'Cahillerden yüz çevirin.' (Araf/199)
Din; insanın kerem (onur/şeref) ve özgürlük üzerine hayat sürmesini hedef alan, bunun için, iyilik (salih amel/birr) ve adaletle birlikte yaşamasını öngören tutarlı bir sistemdir. Dine davet de bu özgürlük ve onur temelli sistemde yaşamaya davettir. Peki, bu sistemde insanın icbar edilmesi (zorlanması) ve kısıtlanması mümkün olabilir mi? Tabiki hayır, çelişki oluşturacağından mümkün değildir. Allah şöyle der; 'Eğer Allah'tan başka birinden gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı.' (Nisa/82)