Son dönemlerde Yunanistan’ın Ege Denizi ve Doğu Akdeniz’de izlediği provokatif politika, Türkiye’nin ulusal egemenlik haklarına yönelik büyük bir meydan okuma haline gelmiştir. Yunan sahil güvenlik botlarının Türk karasularını ihlal ettiği ve Yunan askerlerinin Datça kıyılarına kadar geldiği son olaylar, sınırlarımızın güvenliği ve Türkiye'nin bu duruma verdiği tepkiler açısından önemli bir sınav niteliğindedir. Bu olaylar, hem askeri hem diplomatik anlamda Türkiye’nin nasıl bir strateji izlediği sorusunu gündeme getiriyor.

1976 Bern Deklarasyonu'nda Türkiye, Ege Denizi'nde Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarmasını bir “savaş sebebi” (latince: “casus belli” ) olarak kabul edeceğini açıkça belirtmişti. Ancak bugün, Yunanistan'ın yalnızca karasularında değil, doğrudan Türk topraklarında meydana gelen ihlaller karşısında Türkiye’nin verdiği tepkiler, geçmişteki bu sert duruşla uyumlu görünmemektedir. Yunanistan’ın askerleri, Datça kıyılarına kadar gelip Türk topraklarına ayak basarak Lozan Antlaşması’na ve egemenlik haklarımıza açıkça meydan okumuştur.

Casus belli (kazus beli) terimi, Latince'de "savaş nedeni" anlamına gelir ve uluslararası hukukta, bir ülkenin başka bir ülkeye karşı savaşa girme gerekçesi olarak kullanılır. Türkiye açısından bu terim, özellikle Ege Denizi'nde Yunanistan ile olan anlaşmazlıklarda önemli bir rol oynamıştır.

Tarihte en dikkat çeken örneklerden biri, 1995 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, Yunanistan'ın Ege Denizi'nde karasularını 12 mile çıkarma girişimini casus belli yani savaş sebebi sayacağını ilan etmesidir. Bu durum, Türkiye'nin Ege'deki stratejik haklarını koruma çabasının bir parçası olarak değerlendirilir. Karasularını 12 mile çıkarmak, Türkiye'nin deniz ticareti ve askeri hareketlerini kısıtlayacağı için bu mesele Türkiye açısından ulusal güvenlik sorunu olarak görülmüştür.

Bu terim ayrıca, Bern Deklarasyonu (1976) sırasında da gündeme gelmiş ve Türkiye, Yunanistan’ın karasularını genişletme girişimlerine karşı bu tür bir adımı savaş nedeni sayacağını belirtmiştir. Casus belli ilanı, Türkiye’nin bu tür sınır ve deniz egemenliği meselelerinde kararlı bir duruş sergilemesini sağlamıştır.

Bu bağlamda, casus belli Türkiye’nin Yunanistan ile olan stratejik anlaşmazlıklarında, özellikle Ege Denizi'nde askeri ve diplomatik baskı unsuru olarak sıkça gündeme gelmiştir.

Bu durum, sadece bir güvenlik açığı değil, aynı zamanda diplomatik ve askeri anlamda Türkiye'nin uluslararası arenada ne kadar caydırıcı olabildiğini sorgulatan bir soruna dönüşmektedir. Yunanistan’ın Ege Denizi'ndeki 22 ada ve adacığı işgal etmesi, 14 askeri üs kurması, Doğu Akdeniz’de sismik araştırmalar yapmamıza yönelik engellemeleri gibi hamleler, Türkiye'nin sınırlarını zorlamaya devam etmektedir. Bu durumlar, ciddi bir askeri ve diplomatik zafiyet olarak algılanabilir.

Tarihsel arka plana baktığımızda, Yunanistan’ın bu tür genişlemeci politikaları yeni değildir. 1936’da Yunanistan’ın Lozan Antlaşması'na aykırı bir şekilde karasularını 3 milden 6 mile çıkarması, Türkiye'nin o dönemde bu duruma tepkisiz kalmasının bir sonucu olarak Ege’deki stratejik hakimiyetini kaybetmesine neden olmuştur. Bugün ise Yunanistan, karasularını 12 mile çıkarma hayalini gerçekleştirmenin peşindedir. Bu gerçekleşirse, Türkiye’nin Akdeniz’e erişimi büyük oranda kısıtlanacaktır ve Ege’de deniz ticaret yolları tamamen Yunanistan’ın kontrolü altına girecektir. Böyle bir senaryonun Türkiye için kabul edilemez olduğu açıktır.

Karasuları İhlali ve Angajman Kuralları

Karasuları, bir devletin deniz üzerindeki egemenlik haklarının sınırıdır. Türkiye ve Yunanistan arasında Ege Denizi'nde bu sınırlar özellikle hassastır. Normal şartlarda, karasularının ihlali, ülkeler arasında diplomatik çözümlerle ele alınabilecek bir durum olarak görülür. Rüzgardan, cihaz arızasından ya da yol sapmasından gibi nedenlerle botlar veya gemiler 200-300 metre kadar karasuları ihlali yapabilir, bu genellikle büyük bir sorun olarak değerlendirilmez. Ancak Yunan sahil güvenlik botlarının Bodrum ve Datça kıyılarında gerçekleştirdiği son ihlaller, basit bir sınır ihlalinden çok daha fazlasını temsil etmektedir. Yunan askerlerinin Türk toprağına adım atması ve bu duruma tepkisizlik, Türkiye’nin angajman kuralları ve ulusal güvenlik stratejileri hakkında önemli sorular doğurmaktadır.

Angajman kuralları, askeri kuvvetlerin kriz anlarında veya tehdit durumlarında nasıl hareket edeceğini belirler. Yunan askerlerinin Türkiye’nin egemenlik alanına girmesi, angajman kurallarının devreye girmesini gerektiren bir olaydır. Eğer bu durum, Türkiye’nin güvenliği ve egemenliği açısından ciddi bir tehdit olarak değerlendirilmişse, askeri müdahale veya diplomatik yaptırımların uygulanması beklenir. Ancak Türkiye, Yunanistan’ın bu ihlallerine karşı büyük ölçüde pasif bir duruş sergilemiştir. Bu tür olaylar karşısında verilen zayıf tepkiler, gelecekte Yunanistan’ın daha ileri adımlar atmasına cesaret verebilir.

Tarihten Alınacak Dersler

İzmir'deki Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi’ndeki "Yanık Yurt" sergisi, Yunan işgalinin ardından yaşanan tahribatı gözler önüne seriyor. İşgalci Yunan askerlerinin, 1922'de Türkiye'yi terk ederken geride bıraktığı yıkım, bugün yeniden düşünülmesi gereken bir uyarıdır. Yunanistan’ın geçmişte olduğu gibi bugün de benzer genişlemeci ve provokatif adımlar atması, Türkiye’nin egemenlik haklarına yönelik ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.

Türkiye, 1976 Bern Deklarasyonu’nda olduğu gibi, Yunanistan’ın karasularını genişletme girişimlerine karşı sert bir duruş sergilemek zorundadır. Bu duruş sadece askeri müdahaleyi değil, aynı zamanda diplomatik ve hukuki süreçlerde Türkiye’nin haklarını etkin bir şekilde savunmasını gerektirir. Aksi takdirde, Türkiye’nin uluslararası arenada zayıf bir pozisyona düşmesi ve Ege Denizi ile Doğu Akdeniz’de stratejik haklarını kaybetmesi kaçınılmaz olabilir.