İşbaşında Refah Partisi ve Doğruyol Partisinin kurduğu ortak
hükümet vardır. Başbakan Necmettin Erbakan ve Başbakan yardımcısı
Tansu Çiller'dir.
TSK içindeki bir cunta ile cunta zihniyetli bazı beyaz siviller, bu
iktidardan rahatsızdır. Öteden beri sürüp gelen bu zihniyet,
millete mahsus değerlere düşman bir azınlıktır. Fakat çoğunluğa
hükmetmektedir. Onlara göre irtica iktidar olmuştur. Bu iddia, algı
yönetimine dönüşür. Bütün tertipler, bütün ajan faaliyetleri
devreye girmiştir. Taşeron gruplar, cami önlerinde gösteri yapar,
garip kılıklı adamlar ortalığa dökülür.
Bu tertip hareketler ve Kaddafi'nin çadır saçmalıkları, Başbakanın
bazı muhafazakâr insanlara Başbakanlık Konutunda yemek vermesi,
Sincan'da Kudüs Gecesi....gibi sebeplerle darbeci cunta iyice
köpürür. Sincan'da tanklar yürür, gazeteler, televizyonlar halkı
lince başlarlar. Üç Ali'ler dünya görüşündeki Cumhuriyet
başsavcısı, kanunu silah gibi kullanmaktan perva etmez. Hükümet,
cunta ve emrindeki medya ve yargı ile kuşatılır. Ülkede sinirler
gergin ve hava son derecede elektriklidir.
MGK toplantısı, daha doğrusu içtimaı 28 Şubat 1997'de bu hava
içinde yapıldı. Toplantı 9 Saat sürdü. Cunta sergerdesi bazı
komutanlar, seçimle işbaşına gelmiş Başbakana onbaşı muamelesi
yaptılar. Açıklanan kararda laiklik tehlikede görülüyor, kılık
kıyafet kanununa riayet edilmediği söyleniyor, eğitim süresi tanzim
ediliyor ve hükümete şunları şunları şunları yap!!!.... diye icraı
mümkün olmayan "tavsiyeler" dayatılıyordu.
Tavsiyelerin MGK kararı olması için Cumhurbaşkanı, Başbakan ve
kurul üyeleri tarafından imzalanması lâzımdı. Başbakan Necmettin
Erbakan, kararnameyi imzalamadı. Buna rağmen hukuken "yok"
hükmündeki kararlar tatbik edilsin diye Hükümete gönderildi.
Malum medya bu kararlara "28 Şubat Muhtırası" ismini verdi.
Sonra bir isim daha kondu:
Post Modern Darbe.
Merhum Erbakan, tavsiye kararlarını imzalamamıştı, kararlar yok
hükmündeydi ama sahibinin sesi medya, haberi "Erbakan da imzaladı"
diye verdi.
Artık tam bir faşizan terör esiyordu. Üniversite, Müslüman gençlere
Yedikule zındanları yapılmıştı. Bazı ekranlarda sabahtan akşama
dine, dindarlara, tesettüre hakaret ediliyordu. Aşağılık ilahiyatçı
akademisyenler ekranlara yapışmış zehir saçıyorlardı. Asker, bazı
medya mensuplarıyla koca koca yüksek mahkeme başkanlarını
Genelkurmaya toplayıp onlara talimatlar dikte ediyordu.
28 Şubat malum cunta için bir hesaplaşma meselesiydi. Tek tip
vatandaş peşindeydiler. Herkes laikçi, Atatürkçü, İsrailci
olacaktı. Aksi halde 70 milyon zaten fazlaydı 20 milyonun
kesilmesinde bir mahzur yoktu. Bu sebeple önceki darbelerden çok
daha katı, çok daha zalimdi.
Ülkenin üstüne bir karabasan çökmüştü. Bu milletin mazlum
evlatları, gündüz de geceyi yaşıyordu. Sevinçten uçan darbecilerse
28 Şubat'ın 1000 yıl süreceğini iddia buyurmaktaydılar. Onlar, bir
dudağı yerde, bir dudağı gökte olan masal kahramanı devlerdi.
Ama...
Herkesin bir hesabı vardı.
Allah'ın da bir hesabı vardı.
Zalimin zulmü vardı.
Mazlumun da gözyaşı vardı, duası vardı.
1000 yıl sürecek denen Post Modern İhanet, sadece 5 yıl sürdü.
Ve nihâyet sonunda olanları biliyorsunuz!
Darbeci cunta vesayetinde kurtulan TSK, sivil iradenin emriyle Şah
Fırat Harekâtı'nı yaptı. Genelkurmay, harekâtı halkın seçtiği
Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ın emrinde idare etti.
Cephedeki asker:
-Harekât tamamlanmıştır komutanım!
Tekmilini verince Başbakan Ahmet Davutoğlu, o ân Genelkurmay'da
şükür namazı kıldı. Kaderin cilvesine bakınız ki bu secde, 28 Şubat
2015'in hemen öncesinde oldu.
Bir vakitler bir dudağı yerde bir dudağı gökte olan masal
kahramanları, bugün insan içine çıkamıyorlar. Seher vakti gözyaşı
dökenlerinse gözleri ışıl ışıl.
El hükmü lillah!
Hüküm, ancak Allah'ındır...