Bir anne babaya “çocuğunuzun nasıl olmasını istersiniz?” diye sorduğunuzda aldığınız
Bir anne babaya “çocuğunuzun nasıl olmasını istersiniz?” diye sorduğunuzda aldığınız cevaplar üç aşağı beş yukarı aynıdır. Sağlıklı olsun, hayat yolunu emin adımlarla arşınlasın, kişilik sahibi olsun, başarılı, uyumlu, mutluğu yakalamayı bilen ve mutlu olan biri olsun...
Peki, anne ve babalar bu ideal insan tanımına yakın kişilikte olmasını istedikleri evlâtlarını yetiştirebilmek için onlara küçük yaşlardan itibaren hangi değerleri kazandırmalıdırlar? Sanırım hangi anne ve babaya yönetilse bu soru bir sürü erdemi artarda sıralar. Ardından da çocuklarını sevgiyle, hoşgörüyle, fedakârlıkla, güven duygusu ile bezemeye çalıştıklarını; insan ilişkilerde seviyeli davranan, iyilik yapan; hak hukuk gözeten; kendi haklarını da korumasını bilen bir kişilikte yetişmesi için ellerinden gelen bütün gayreti seferber ettiklerini söylerler. Elbette ki bütün bu değerler çocuğun yetişmesinin ve mutlu bir hayat sürmesinin olmazsa olmazlarıdır. Ancak bütün bu temel değerlerin gerçekleşmesinin anahtarı sorumluluk duygusudur.
Sorumluluk?
Her gün yüzlerce defa duyarız bu sözü. Sorumluluğunu bilen insan, yönetimin sorumluluğu, öğretmenlerin görev ve sorumlulukları, sorumlu devlet adamı, Ana babaya düşen sorumluluk, okula ve devlete düşen sorumluluk… Uzatın uzatabileceğiniz kadar bir sorumluluklar listesi…
Peki, nedir sorumluluk?
Sorumluluk: Eskilerin mesuliyet dedikleri kişinin kendi davranışlarını veya kendi yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesidir. Sorumluluk, başkalarının haklarına saygı gösterirken kendi davranışının sonuçlarına sahip çıkabilmektir.
Peki, hangi yaşta kazanır insan bu erdemi? Kendini tanımaya başladığı yaşta. O nedenle sorumluluk almanın, sorumlu davranmanın belli bir yaşı yoktur. Yaradan insanı akıl sahibi kılmış, akıl sahibi oluşundan dolayı ona birtakım sorumluluklar yüklemiştir. Her insana bahşedilen bu iradeyi cüziye ve seçme hakkı karşılığında insan, yaptığı ve yapacağı işlerden sorumlu tutulmuştur.
Kişiler sorumluluk alanlarına giren konularda kararları kendileri verirler. Karar verirken ellerindeki kaynakları ve akıllarını kullanarak yapacakların işlerin getirisini, götürüsün iyi hesap etmeleri gerekir. Başkalarının haklarına riayet ederken kendi haklarının da korunmasına özel önem göstermeleri gerekir.
Ne demiş atalarımız: “Büyük dağın, büyük dumanı olur.” Eh insanların da mevki makam sahibi olmalarının, mal ve servet sahibi olmaları ölçüsünde sorumlulukları da artar. Hele de devletli olmanın, devleti adaletle yönetmenin sorumluluğu tartışılamaz. Ne demişti Nizami; “El, ayağın çalışmasından hoşnut değilse, sorumlu baştır.” O halde başın sorumluluğu çok daha önemlidir/elzemdir.
İnsanlar, kendisine verilen sorumlulukları yerine getirmekle mükelleftirler. Ödev-görev ve sorumluluk birbiri ile ilişkili olan kavramlardır. Ödevin yerine getirilmesi veya görevin ifâ edilmesi için kişi veya kişiler sorumluluk bilincini taşımalıdırlar.
Atılan her adımın, alınan her kararın mutlaka bir sonucu vardır/olacaktır. Kişilik sahibi insan farklı sonuçlar doğursa da aldığı kararın ve yaptığı işin ardında durmalıdır. Karar ve işin ardında durmak, sorumluluktur. Verilen karar ve uygulamalar başkalarına zarar vermişse muhatabından özür dilemek yetmez zararını gidermek de sorumluluktur.
Sorumluluktan kaçmak kişinin kendi kendisini inkârıdır. Alınan kararların sonuçlarını başka nedenlere bağlamak, başkalarını suçlamak aciz, zayıf, ezik ve kişiliksiz yapıda olanların göstereceği davranışlardır.
Moliere; Yalnız yaptıklarınızdan değil, yapmadıklarınızdan da sorumluyuz.”, demiştir. O halde bazı kendini bilmezlerin sebep oldukları olumsuzlukları, yıkım ve tahribatları görmezden gelmek, “neme lazım”, diyerek geçiştirmek bizde sorumluluk bilincinin gelişmediğinin göstergesidir.