Cemel Vakası ve Sıffın muharebesi acı vakalardır. Bu vakalardan ders alınmalıdır. Fakat bu konuyu böyle salkım saçak ortaya atmak doğru değildir. Dikkat ederseniz ben iktibas yaparak çerçeveyi verdim. Verdiğim çerçevede üç prensibi ifade ettim...
Cemel Vakası ve Sıffın muharebesi acı vakalardır.
Bu vakalardan ders alınmalıdır. Fakat bu konuyu böyle salkım saçak ortaya atmak doğru değildir. Dikkat ederseniz ben iktibas yaparak çerçeveyi verdim. Verdiğim çerçevede üç prensibi ifade ettim:
1)Eshab-ı Kiram'ın tamamına, istisnasız hürmetkar olmak
2)Meseleyi anlamaya çalışmak.
3)'Haklı' veya 'haksız' şeklinde değerlendirme yapmaktan kaçınmak.
İktibas ettiğim (alıntı yaptığım) çerçeve şöyleydi:
"Fitne kısım kısımdır. Bunlardan biri büyük ve mübarek zatlar hakkında yanlış zanda bulunmak, hatalı düşünmektir.
Bu sebeple hadiselerin zuhurundaki bazı halleri, noksan değerlendirerek, böyle manevi mesuliyeti derin olan bir hale düşmekten kaçınmak lazımdır.
Bu itibarla Hz. Osman'ın şehadeti öncesi, sırasında ve sonrasında Hz. Ali ve diğer eshabın hal ve hareketlerini yanlış manalandırmak vebaldir.
Hz. Osman'ın akrabasına cömertliği, onlara daima adalet ve iyilikle idareyi emrettiği halde, çok yumuşak tabiatı icabı, onların kendi başlarına hareket etmelerine mani olamaması malumdur.
Şiddet ve mülayimlik, terazinin iki gözü gibidir. Biri hafif olursa, diğeri ağır basar ve denge bozulur.
Âlemin nizamı böyledir. Bu ilahi kanun bozulmaz ve bunun haricinde iş kolay görülmez.
Hz. Ali ve diğer büyük eshabın bu vaziyet karşısındaki halleri de, sırf Allah rızası ve din gayretinin icabıdır.
Hz. Osman'ın şehit edilmesi meselesinde Hz. Osman mazlum, Hz. Ali mazurdur.
Bu meselede böyle büyük zatlar hakkında küçük bir itiraz, büyük hatadır.
Onlar birbirlerine gücenmiş olsalar bile ahirette barışacakları ümit edilir.
Eshab-ı Kirama itiraz edenler, incitenler ise hepsinden mahrum kalırlar.
Hz. Osman Peygamberimizin cennetle müjdelediği bir sahabi ve halifesidir.
O iyi bir idarecidir. Fakat O'ndan çok daha iyi birer idareci olan Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'den sonra iş başına gelmesi onun için, tabir mazur görülürse bir şansızlıktır.
Müslüman halk farkına varmadan ve gafletle O'nun aleyhinde konuşulan her şeye tetkik bile etmeden inanmış, bu ise fitnenin başı Abdullah b Sebe'in gayesine ulaşmasına yardımcı olmuştur"
(İslam Tarihi, c. 4, Osmanlı Yayınevi, İstanbul 1985, s. 257-258).
Her önüne gelenin "aklına" göre "tartışması" sadece polemik oluşturur.
Akıl mühimdir fakat "nakil" (edille-i şer'iye) olmazsa hezeyana dönüşmesi kolaylaşır
Edille-i şer'iyeyi anlamak için alt yapıya muhtacız.
O alt yapının neler olduğunu ilgililer bilir.
Meal okuyarak vs ile olmaz.
Bunlar benim saham değil ama itikadî olarak beni de ilgilendirir.
Her Ehl-i sünnet Müslümanı da ilgilendirir.
Her Ehl-i sünnet Müslüman, İslam tarihini okumalı ve okuduğu kalem sahiplerini tercihte seçici olmalı (genel okuyucu için).
Bu konuyla ilgili çalışma yapanlar (akademisyen, araştırmacı vs) yukarıda ifade edilen üç ilke çerçevesinde kalmak kaydıyla bu konuda yazılan bütün eserleri okumasında beis olmayabilir (zamanı varsa).
Yezid meselesine gelince; benim hocalarımdan aldığım terbiye şöyle:
Acı hadiseler yaşanmıştır.
Keşke yaşanmasaydı.
Yezid ile ilgili lehte ve aleyhte konuşmayı tercih etmem.
Hz. Muaviye ve Yezid ile ilgili olarak şöyle bir bilgi vermekte fayda var:
Bütün Müslümanlar şüphesiz sevgili peygamberimize ve O'nun güzide eshabına hürmet ederler.
Fakat Türkler bu hususta biraz daha hassastır.
Bunun sebebi veya önemli sebeplerinden biri şudur:
Türkler İslam ile şereflendikten sonra samimi olarak İslam'ı yaşamaya çalışmakla birlikte İslam öncesinden gelen bahadırlıkları veya Allah'ın bir lütfu olarak İslamiyet'i temsil etme şerefine nail olmuşlardır.
Atalarımız bu şerefli vazifeyi yerine getirmeye çalışmışlardır.
Nitekim tarihte kurulmuş bütün Türk-İslam devletleri hilafet makamına büyük hürmet göstermişlerdir.
Dikkat edilirse; Türkler arasında tercih edilen isimlere bakıldığında en çok kullanılan isim, Mehmed'dir.
'Mehmed' ismi imla itibariyle (yazılış bakımından) 'Muhammed' (SAV) ismiyle aynıdır.
Atalarımız ve halen bizler, son 20-30 seneden beri bir kısım çevrelerde 'Muhammed' ismi kullanılmaya başlanmış olsa da, ben ve benim gibi düşünenler 'Muhammed (SAV)' ismini 'Mehmed' okumayı tercih ettik/ediyoruz.
Bildiğim kadarıyla ordusundaki askerine 'Mehmetçik' ifadesini kullanan İslam dünyasında sadece Türklerdir.
Bütün bunlardan hareketle Hz. Muaviye ile Hz. Ali arasında ve Hz. Ali ile Hz. Ayşe annemiz ve diğer Eshab-ı kiram arasında cereyan eden acı hadiseler sebebiyle Ehl-i sünnet camiası ihtiyatlı bir lisan kullanmayı tercih etmişlerdir.
Ben de onlardan biri olmaya çalışanlardanım.
Hocalarımdan almış olduğum bilgi ve terbiye böyledir.
Türkler isim olarak en çok 'Mehmed'i' tercih ettiklerini görüyoruz.
Fakat Hz. Muaviye veya Yezid isminin Türkler arasında pek kullanılmadığını görüyoruz.
Tercih edilen isimler sevgi ve muhabbet göstergesi olarak değerlendirilir.
Türklerde ve Ehl-i sünnet camiasında Hz. Muaviye veya Yezid'in ismi açıkça kullanılmaz ama 'Bayezıd' ismi kullanılır.
Osmanlı hükümdarları arasında 'Bayezıd' ismi vardır.
Meşhur veliler arasında 'Bayezıd-ı Bistamî/Bestamî' ismi böyledir.
'Bayezıd' ismi etimolojik olarak farklı şekillerde değerlendirilmektedir.
Farsça olduğunu ifade edenler olduğu gibi Arapça bir künye olarak değerlendirenler de vardır. Türkler arasında daha yaygın olanı ikincisi gibi görünmektedir.
İkincisine göre yani Arapça bir künyedir.
Şöyle ki,
'Bayezıd' kelimesi aslında 'Ebu Yezid'dir'.
Zamanla telaffuzdan kaynaklanan bir kullanımla 'Bayezıd' halini almıştır.
Yani 'Yezid'in babası' demektir.
Yezid'in babası Hz. Muaviye'dir.
Türkler arasında kullanımı bakımından şöyle yorumlanabilir:
Hz. Osman döneminden itibaren başlayan ve Hz. Ali döneminde devam eden Eshab-ı Kiram arasındaki yaşanan acı hadiseler içinde Hz. Muaviye ve oğlu Yezid vardır.
Ehl-i sünnet camiası ve özellikle atalarımız yaşanan bu acı hadiseler sebebiyle dikkatli bir lisan kullanmak maksadına matuf olmak üzere Hz. Muaviye ve O'nun oğlunun ismini bu şekilde kullanmayı tercih etmiş oldukları anlaşılıyor.
Tekrar hatırlayalım:
Hz. Osman ile başlayan bu acı hadiselerde esasen temel saik baş münafık Abdullah b. Sebe'dir.
Eshab-ı Kiram'ın güzide isimleri birbirleriyle her halükarda görüşmek, anlaşmak ve kardeşliği tesis etmek istemişler fakat aradaki fitne buna engel olmuş ve fırın kızışmıştır.
Ateş harını artırmış, kılıçlar çekilmiş ve kan akmıştır.
Ders almak lazım.
İtidali elden bırakmamak lazım.
İnancımız ve itikadımız odur ki, Eshab-ı Kiram arasındaki gücenme ve kırgınlık bir içtihat farklılığı olarak görülmeli ve değerlendirilmelidir.
Tartışmak yerine fikir teatisi etmek ve anlamaya çalışmak gerekir.
'Anlamaya çalışmak' öncelikle haddimizi bilmektir.
İnancımız anlamayı araştırmayı daima teşvik eder.
Fakat bir şartla: küstahlaşmadan.
Haddimizi bilerek ve bizlere, ehl-i sünnet anlayışını gönülden gönüle, dilden dile aktaran hocalarımıza minnetlerimizi takdim ederek hayatımızı anlamlı hale getirmek temennisiyle.