Ben bir ilahiyatçı değilim. Ama inancını yaşamaya çalışan ve itikadım hususunda hassas olan bir akademisyenim. Akademik hayatımda saham ile ilgili yoğunlaştığım hususlar kadar itikadım ve inancım ile alakalı meseleler üzerinde hassasiyet gösterilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Ben bir ilahiyatçı değilim.
Ama inancını yaşamaya çalışan ve itikadım hususunda hassas olan bir akademisyenim.
Akademik hayatımda saham ile ilgili yoğunlaştığım hususlar kadar itikadım ve inancım ile alakalı meseleler üzerinde hassasiyet gösterilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Sahası ne olursa olsun bir akademisyen, inancıyla alakalı hususlarda orta seviyenin üzerinde ilmihal bilgisine sahip olmalıdır.
Ülkemizde böyle olmadığı herkesin malumudur.
Öyleyse şu sorunun cevabını hepimiz aramak durumundayız:
“Nasıl bu hale geldik?”
Kanaat-i âcizenemce bunun temel sebeplerinden biri lisanımızın tahrip edilmesidir.
Ve halen bu tahribatın devam ettiği görülmektedir.
1850’li yıllarda başlamış olan ve 1930’lu yıllarda tatbik edilen “öztürkçe” adı altındaki uygulamayla Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin dilimizden “atılmaya” teşebbüs edilmesiyle güzel Türkçemiz, tarihte emsali görülmedik tahribata maruz kalmıştır.
Daha sonra “içinden çıkılmaz hale gelen” Türkçemiz yabancı bir lisaniyatçının devreye girmesiyle “Güneş Dil Nazariyesi” olarak isimlendirilen teori “sayesinde” binlerce yıldan beri lisanımıza kazandırdığımız kelimelerin bir kısmını “kurtarabilmiş” isek de Türkçenin maruz kaldığı dil tahribatı günümüzde halen devam etmektedir. Bu durum milletimizin bir mensubu olarak bizleri derinden üzmektedir.
Dilimize sahip çıkmak herkesin vazifesidir.
Fakat bu vazife öncelikle “aydın” olarak ifade edilen münevverlere ait olmalıdır.
Münevver tefekkür eden/edebilen, fikir üreten ve sosyal barışın tahkim edilmesine katkı sağlayan kişidir.
Tefekkür, kelimeler ve kavramlarla mümkündür.
Kelime ve kavram zenginliği uzun bir devreyi içine alır ve bu yönüyle nesiller boyu kültür ve irfan intikalini gerekli kılar.
Kültür ve irfanın yüzlerce ve hatta binlerce yılda meydana geleceği/geldiği hatırlanırsa, nesilden nesile “aktarımın” önemi anlaşılır.
Kültür ve irfanın nesilden nesile “aktarılması” şifahi ve yazı vasıtasıyladır.
Her iki vasıta da temel unsur “kelimeler ve kavramlardır”.
“Kavram” yani mefhum. “Mefhum” yerine, “kavramak, yakalamak, tutmak” anlamında “kavram” kelimesi ikame edilmiştir ve fizikî bir durumu ifade edebilir.
Halbuki “mefhum” kelimesi; ”fehmetmek” ve “anlamak” manalarıyla zihnî bir faaliyettir. Meseleyi bu yönüyle değerlendirdiğimizde “mefhum” kelimesinin yerine ikame edilen “kavram” ifadesinin ihtiyacı ne kadar karşıladığı münakaşa mevzuudur.
Bilindiği gibi konuştuğumuz dil, sadece anlık iletişim temin etmez.
Aynı zamanda milletimizin binlerce yıldır kazanmış olduğu müktesebatın bize intikalini temin eder.
Kelimeler ile milletlerin mevcudiyeti yani varlığı ve devamlılığı mümkün olabilir.
Yeni dönemlerde ortaya çıkan ihtiyaçlar ve farklı milletlerle olan siyasi, iktisadî ve teknolojik alış-veriş sebebiyle dilimize yeni kelime ve kavramlar girebilir.
Bu durum bizim, atalarımızın binlerce yıl oluşturduğu kültürel müktesebatıyla irtibatımızı kesmemizi asla icap ettirmez/ettirmemeli.
Atalarımızın müktesebatından faydalanarak istikbal inşa etmek en makul yol olarak görülmelidir.
Bu çalışma milletçe varlığımızı birlik ve bütünlük içinde devam ettirmeye katkı sağlamasına matuftur.
Türk milletinin tarih boyunca Kur’ân-ı Kerîm’e gönül vermesi, insanı merkeze almasında temel unsur olduğu gibi dilimizin şekillenmesinde meltem rüzgârı tesirini hissettirmiştir.
Adeta hafıza kaybına uğramış/uğramakta olan milletimizin problemine teşhis ve tedavi hususunda katkı maksadına matuftur bu çalışmamız.
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk suresi olan Fatiha’yı milletimiz her daim okumuş ve okumaktadır. Bütün İslam dünyasında ve ülkemizde her daim okunan ve okumaya devam edilen bu Sure-i Celile’deki kelimeler Türkçemiz ile buluşmuş ve lisanımızı şereflendirmiştir.
Kanaatimiz odur ki, bu mübarek ve muhteşem buluşmanın bereketiyle milletimiz hâkimiyet tesis ettiği bölgelerde güven ve istikrar hatırası bıraktılar.
Dünya tarihinde 15. Asrın “Türk asrı” olmasında ve Batılı toplumların muhayyilesinde “Türk gibi olmak” idealinin oluşmasında necip milletimizin Ehl-i sünnet anlayışını benimsemesinin tesiri aşikârdır.
Yaptığımız tespite göre Fatiha suresinde bulunan kelimelerin %90’nına yakını dilimize geçmiş ve halen kullanmaktayız.
Bu durum, Türk milletinin Kur’ân-ı Kerîm ile ayrılmaz bir bütün teşkil ettiğini gösteren temel bir göstergedir.
Buradaki kullanılan “Türk” kavramının kültürel manada olduğu, ırkı ve ırkçılığı idealize etmediğini hatırlatmakta fayda vardır.
Nitekim 15. Asırda Balkanlar başta olmak üzere Osmanlı’nın hâkimiyet tesis ettiği bölgelerde ihtida eden Hristiyanlar “Türk olduk” demekteydiler.
Dolayısıyla “Türk” ifadesi ile kast edilen Müslüman ve Müslümanlıktır. 1932 yılında “dilde arılaştırma” veya “arı Türkçe” olarak ifade edilen tatbikata rağmen, Fatiha Suresindeki kelimelerin % 90’nının günlük hayatımızda halen kullanılması, iki yüz yıla yakın bir zamandır Türk-İslam kültürü üzerindeki tatbik edilen tahribata rağmen, milletimizin irfan seviyesinin yüksekliğini ve ayetlerde geçen ilahi menşeli kelimelerin alternatifsizliğini göstermektedir.
Netice olarak; devletimizi temsil edenler lisan hususunda hassasiyet göstermelidirler.
Mesela bin yıldan beri kullanmakta olduğumuz ve ihtiyacımızı karşıladığını şüphe duyulmayan ve dahi dağdaki çobanın bile anladığı “takip” kelimesini yok sayarak “izlem” gibi neseb-i gayri sahih kelimelere iltifat edilmemelidir.
Zaten “olanak”, “olasılık”, “dürtü”, “koşul”, “kanıt”, “kanık” ve “bellek” gibi sosyal bünyemizi adeta alzaymir hastalığına müptela kılan kelimeler kâfi derecede rahatsızlık vermektedir. Bu kelimeleri bir insanlarımız bilmeyerek kullanmakta ise de bir kısmı bahse konu kelimelerin asıllarının menşeine olan alerjilerinden dolayı kullanmakta oldukları bilinmektedir.
Temennimiz odur ki, milletçe mevcudiyetimizin devamında esas olan ve dün ile bugün arasında köprü olan kelimelerimizi yaşatalım.