Hayatla karılan dil, dil ile var olan millî kimlik
Millet, dil demektir. Milletin varlığı dil ile kâimdir. Bir dil varsa ve yaşıyorsa âit olduğu millet de vardır ve yaşıyordur. Bir dil öldüğü, yâni konuşanı kalmadığı zaman o dilin sâhibi olan millet de târîhe karışmış demektir.
Dil, hayâtın aynasıdır. Hayatta ne varsa dilde de o vardır. Dil üzerinde yapılan bir sondaj, millet hakkında fevkalâde mühim bilgiler verir. Millet, millî kimliğini teşekkül ettirirken hayatındaki her kıpırtıyı adım adım diline aksettirir. Duyguları, heyecanları, ülküleri, aşkları, îmânı, acıları, sevinçleri, bayramları, mâtemleri… Kullandığı günlük eşyalar, harp âletleri… Yaşadığı coğrafya parçaları; göller, nehirler, denizler, dağlar… Kimliğine têsîr eden her varlığın, her hâdisenin bir izi düşer dile.
Geçenlerde bir haber okumuştum: Bir dili konuşan dünyadaki son kişi de ölmüş… Ne acı bir hâl… Bir dilin ölümü bir milletin ölümü…
Dil, âit olduğu milletin yaşadığı târîhî mâcerâya bağlı olarak gelişir, serpilir, tekevvün eder. Hacı Bayram-ı Velî’nin şiirinde söylediği gibi:
Nâgehan ol şâra vardım
Ol şârı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş ü toprak arasında
Dil de böyledir. Kendini konuşan yazan milletin hayatıyla karılarak yapılır dil. Bu bakımdan Türkçe Nihat Sami Banarlı’nın “İmparatorluk Dilleri” mevzuundaki meşhur konferansında anlattığı gibi teşekkül etmiştir:
“Türk dili, bugünkü Türkiye topraklarına, eski Asya ülkelerimizin hür ufuklarla çevrili bozkırlarından kopan gür ve erkek sesli bir mûsikiyle gelmiştir. Bu sebepledir ki Türkiye Türkçesinde eski bozkır sesleri ve İdil ırmağının akışından yükselen sesler vardır.
Fakat Türkiye Türkçesinde bu kadim sesler yanında Nil nehrinin taşkınlığı da seslenir; Dicle’nin, Fırat’ın, Tuna’nın, Meriç’in ve Anadolu ırmaklarının akışları da…
Türkiye Türkçesinde Karadeniz kıyılarının, poyraz rüzgârı kadar canlı, çevik ve çabuk sesleri de vardır; Adalardenizi sâhillerinin lodos rüzgârı, zeybek mûsikisi ve efe raksı gibi heybetli, ağır ve atmosfer dolduran sadâları da…
Aynı dil Tanrıdağı rüzgârlarının uğuldayan seslerinden ne kadar hâtıra saklıyorsa, Macaristan ovalarında, dünyaya Türk gücünü tanıtmak için ilerleyen:
Sultan Süleyman ordusunun hür davulları
ndan da o kadar heybet ve hâtırayla yüklüdür.
Arabistan çöllerinin uzun, İran yaylalarının uzatılan sesleri; İtalyan sularında, korsanlar kadar, dalgalarla da çarpışan levendlerin bu zafer ve mâcerâ ufuklarından getirdikleri gür sesler, Türkiye Türkçesinde ve onun bütün yaşayan kelimelerinde mevcuttur.”
(…)
“Bir milletin ataları, asırlarca o kelimelerle duymuş, onlarla düşünmüş; birbirlerini ve evlâtlarını o kelimelerle sevmiş ve bu kelimeleri tamamıyla millî bir sanatla işleyip Türk yapmışsa, evlâtlar, artık o kelimelere düşman kesilemezler.”
(…)
“Her dil imparatorluk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluk kuramaz.
Bunun için büyük millet olmak lâzımdır. Büyük milletlerin dili de tabiatiyle, büyük vatanlarda işlenmiş büyük dil olur.
Nasıl vatanın bir karış toprağı bile verilemezse asırlarca Türk’ün malı olmuş, Türk sesiyle ve Türk sanatıyla işlenmiş; ev, âile, köy Türkçesine, aşk ve îman Türkçesine girmiş; Türkün heyecânına işlenip vicdânına yerleşmiş ve Türk olmuş kelimeler de verilemez!...
Bunlar bizim zafer ve şeref hâtıralarımızdır.
Bunlar, birtakım aşağılık duyguları içinde çürüyenlerin değil, bizim büyüklük devirlerimizin zafer âbideleridir.
Bizimdirler ve bizim kalacaklardır.” (Nihat Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyat, 3.Baskı, İst. 1977, s.31-32)
Maalesef şu anda konuşup yazdığımız Türkçe bu satırlarda anlatılan Türkçe değildir. Türkçemiz binlerce yılda teşekkül etmiş olan millî kimliğimizi tam olarak aksettiremiyor artık. Çünkü topyekûn Batı’ya açıldığımız günden beri dilimiz üzerinde yapılan zorlama devrimler ve bilhassa Arapça-Farsça kelime düşmanlığı Türkçemizi târihî hâtıra ve hamûlesinin çok büyük bir kısmından mahrum bırakmıştır. O muhteşem mâzîyi geri getirmek artık çok zor. Ama böyle eli kolu bağlı oturmak da yaşayan bir millete yakışmaz. Bir şey yapmak, kopan bağları tekrar düğümlemek, hiç olmazsa henüz kopmayan bağları kavîleştirmek gerekmektedir.
Dilimiz millî kimliğimizi tam olarak ihâta edemediği gibi yeni nesillerin elinde kalan kelime hazînesiyle rahat ve sağlam bir anlaşmaya bile yetmiyor. Üniversite gençliğinin dahi günlük 200-300 kelime ile idâre ettiği söylenmektedir ki bu bir millet için fâciadır.
Derhal ve âcilen Yunus Emre’nin, Fuzûlî’nin; Yahya Kemal, Mehmed Âkif, Sâmiha Ayverdi, Necip Fâzıl, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Ârif Nihat Asya, Peyami Safa… gibi şâir ve yazarların diline, kelime hazînesine dönmeliyiz.
Daha müşahhas bir teklif: Kaybolan kelimeleri daha çok ihtivâ etmesi bakımından Mehmet Âkif’in Safahat’ının kelimeleri ortaokuldan itibaren kolaydan zora doğru sınıf sınıf listelenmeli, her sınıf kendi listesini ezberlemeli, lise bittiğinde her Türk çocuğu Safahat’ın kelime hazînesini su gibi ezbere bilmeli. Bilen kullanır da. Çok kısa bir müddet içinde zengin ve hâtıralı Türkçemiz yer altında unutulmuş tohumlar gibi filiz verecektir.
Türkçemiz millî kimliğine dönünce çocuklarımızda da müspet akisleri derhal görülecektir.