“ TRT’ nin açmış olduğu spikerlik sınavını kazandım. İki yıl
aralıksız kurs aldıktan sonra radyoda görev vereceklerini
söylediler. Büyük bir sevinç içerisindeydim. Çünkü hep bu günleri
bekliyordum. Stüdyoya sevinçle girdim. Artık beni herkes
duyabilecekti. Ama boş yere sevinmiştim. Çünkü bana sadece “saat
on” dememi söylediler. Bütün söyleyeceğim bu kadar mı dedim. Evet,
bu kadar dediler. Ancak yarın da saat onda gel dediler. O gün
gittiğimde yine sadece “saat on” dedim. Bu durum tam üç ay devam
etti. Her gün “saat on” diyordum. Bir gün bir yetkiliye bu durumun
sebebini sorduğumda bana, “ kızım “saat” kelimesi telaffuzunda
incelik olan bir kelimedir, bunu herkes söyleyemez. Bunu iyice
öğrenmelisiniz.” demişti.”
Ayşe Egesoy spikerlik sınavını kazandığı günden beri televizyona
çıkacağı günü bekliyordu. Bu bekleyiş tam üç yıl sürdü. Üç yıl
sonra ancak televizyona çıkabilmişti.
Ayşe Egesoy’ un hatırasında olduğu gibi o yıllarda televizyona,
radyoya çıkmak, hele hele spikerlik yapmak öyle kolay elde edilir
bir iş değildi. Uzun ve yorucu bir maraton sonunda sabreden,
azmeden başarabiliyordu. O yıllarda spikerlik yapacaklarda aranan
kriterler de çok önemliydi: Öncelikle Türkçe’yi doğru ve düzgün
kullanma, konuşmada akıcılık, diksiyon vb. gibi kriterler
aranıyordu.
Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğine girdiğimiz şu günlerde ise
durum çok farklı. Televizyonlarda, radyolarda boy gösterenlerin,
program yapan ve sunanların konuşma yeteneklerine, Türkçeyi
kullanma marifetlerine, diksiyonlarına değil de başka
güzelliklerine bakılıyor sanki. Boy pos yerinde, endam, cilve tam
ise başka hiçbir şeye gerek yok. Hemen bir program ayarlanır ve siz
onu sunmaya başlarsınız.
Halk da bu tür sunucuları kuzu kuzu dinlemeye ve izlemeye bayılıyor
sanki!
Konuşmalar öylesine yavan ve boş ki insanın beynini ve kulaklarını
tırmalıyor. Sulu espriler, kahkahalar, Amerikan filmlerinden
tercüme edilmiş bitirim cümleler, “ Kendine iyi bak”, “ Bir iyilik
de kendine yap” tarzında konuşmalar tam bir konuşma kirliliği.
“Gecesi sümbül,
Türkçe’si bülbül kokan İstanbul”
diyen dil üstadı Necip Fazıl, iyi ki bu günlerde hayatta değil ve
dilimizin bu hallere geldiğini görmüyor. Zaten yaşıyor olsaydı
kesinlikle bu mısraları söyleyemezdi. Çünkü ne İstanbul
Türkçe’sinde bülbül kokuyor ne de bu mısraları söyleyecek
güzellikte bir dil kaldı.
Bülbül ya da ahenk Türkçe’mizi çoktan terketti. Toprağa gömdüğümüz
değerlerle onlarda gömüldü. Geriye nahoş ve varoş bir dil kaldı.
Artık bu Türkçe’yle adam gibi bir nesir bile yazılamıyor artık,
şiir şöyle dursun. “Edebiyat döktürmek” diye tabir edilen
maharetler tarihe gömüldü. Söz ustalıkları, kelime oyunları, özlü
sözler üretilemiyor artık
Niye güçlü bir yazar ya da şair yok diye hayıflanmak boşuna...
Çünkü bunların olması güçlü bir dilin, zengin bir Türkçe’nin
olmasıyla mümkündür. Peki, nerde o Türkçe?
Elime kocaman bir mercek alıp sokaklara Türkçe’yi aramaya
çıkıyorum. Ey zengin, ana sütü kadar temiz olan Türkçe’m
nerelerdesin? Nerelere gizlendin? Yoksa fast footların, motellerin
altında mı kaldın? Bir sabahçı kahvesinin buğulu camlarında bile
görünmüyorsun artık .Cafelerin ardına mı gizlendin yoksa?
Eğer yolun bizim sokağa düşerse ben köşedeki Dürüm Evinde, bir
bardak ayranla seni bekliyorum. Bana uğramayı ihmal etme... Hala
seni seven ve savunan biri olarak uğramazsan üzülürüm...
Yahya Kemal gibi şiir yazmak, Tanpınar gibi yazı yazmak hayal belki
ama en azından onların yazdıklarını okuyor ve anlıyor olabilmek de
büyük bir teselli kaynağı olsa gerek...
Her şeyimizi yitirdiğimiz, bütün değerleri sıfırladığımız şu
günlerde Türkçe’mize sahip çıkalım. Yarım ekmek arası dönerimizi,
hamburgere ezdirmeyelim. Dilimizi de kaybedersek kendimize asla
gelemeyiz. Çünkü dil namustur.