Günümüz Türkiye’sinde; entelektüel, aydın, mütefekkir, bilgin, alim, bilim insanı, araştırmacı, ilim taliplisi gibi isimlerden hangi ile isimlendirirseniz isimlendirin;
Günümüz Türkiye’sinde; entelektüel, aydın, mütefekkir, bilgin,
alim, bilim insanı, araştırmacı, ilim taliplisi gibi isimlerden
hangi ile isimlendirirseni
Uzun bir girişten sonra belirtmeliyim ki üstad Dücane Cündüoğlu, benim düşünce dünyamın şekillenmesinde önemli bir etkisi olan, saygı duyduğum bir insandır.
2000 yıllarının sonlarına doğru, kuran meali okuma merakım başladı. “Kur’an Çevirilerinin Dünyası” kitabı ile Dücane Cündioğlu’nu tanıdım, daha sonra Mantık Atölyesi adı altında verdiği Mantık derslerini, 2001 Yılında, Ümraniye Santralde, Tevhid Vakfında keyifle takip ettim. Dersler akşam saat onbuçuk civarın da biterdi, çoğu zaman ders bitiminden sonra vakfın karşısındaki pastanede iki-üç arkadaşla birlikte, İslami konularda merak ettiklerimizi, üstad Dücane Cündioğlu’na sorardık. Soru cevap şeklindeki bu sohbetler gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürerdi. Daha sonraları üstadın başka derslerine de katıldım tabii… Almanya’ya dil öğrenmeye o zamanlar karar vermişti. Üstad: “Onlar bana Almanca öğretecek ben de onlara mantık anlatacağım” diyordu.
O zamanlar, “ben tefsir dersi yapsam, mantık dersleri yaptığım bu yerlerde oturacak yer kalmaz” diyordu. Ben de o zaman, “niye tefsir dersi yapmıyorsunuz” diye sorunca; “ben kuranı ücret karşılığı anlatmam, bir geçim vasıtası yapmam” diyordu. O nedenle, geçimini sağlamak için mantık dersleri, felsefe dersleri veriyordu. Sanırım, Allah da üstad Dücane Cündioğlu’nun bu samimi niyetinde dolayı maddi imkanlarını artıracak kapıları açtı. Bile bildiğim kadarı ile hala ücret karşılığı kuran tefsiri yapmıyor. Onun bu ilkesini o zamandan beri hayatıma önemli bir düstur yaptım. Kuran anlatımından para kazanma imkanlarını hiç düşünmedim. Allah üstad’dan razı olsun.
Üstad Dücane Cündioğlu’nun ilk çelişkisini o zamanlar yakalamıştım. Yaptığımız pastane sohbetlerinde, bize “ben yorum yaparak hangi fikre ulaşırsam ulaşayım, o fikri ehli sünnet alimlerinden en az bir alime mutlaka dayandırırım” derdi. “Benim bulduğum hakikati savunan, en az bir tane ehli sünnet alimi yoksa, ben o fikri savunmam insanlara söylemem” diyordu. Böyle hareket ederek, söylediği fikrin ahretteki mesuliyetini, ehli sünnet aliminin yükleneceğini düşünüyordu. Bu fikri, benim için çok güzel bir fikirdi. Gelenekle ters düşmeyen, her konuyu akıl ile irdeleyen, aklımızın kabul edebileceği yorumlar ile ehli sünnet inancını bizlere anlatan bir üstad olarak, hayranlığım kat, kat artıyordu. Artık aklımızın almadığı her soruyu üstada soruyorduk, ya da kitap ve yazılarından öğreniyorduk. Aklıma gelen her sorunun cevabını verebilecek bir kişi olarak görmeye başladım o zamanlar…
Sonra bir gün, “erkeklerin aynı anda dörtten fazla kadın ile evlenebilir, kuran bunu bize böyle söylüyor” dedi. Nisa Suresinin 3. Ayetindeki, kadınlardan ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder evlenin, ibaresinden, çok kadınla evlenmenin üst sınırının olmadığı sonucunu çıkardığını, söylüyordu. Ben kendisine, her görüşünü en az bir alime dayandırma ilkesini hatırlatarak; “ehli sünnetten bir tane bile, alimin böyle bir görüş ileri sürüp, sürmediğini sordum.” Kendisi bana; “ehli sünnetten bir tane bile alimin bu görüşte olmadığını söyledi.” Ben kendisine; “Önce ki söylediğinize ters değil mi?” dedim. Hiç duraksamadan “ters!” dedi. Kendinden çok emin bir şekilde konuşunca, ben de başka bir söz söylemedim, tartışmaya cesaret edemedim. O gün anladım ki, üstad tezat bir fikir dahi söylese büyük bir özgüven ile söylediği için karşısındakini susturabiliyor, karşısındaki üstadın ilmi kabiliyeti hakkında şüpheye düşmüyor….
Tabii bunlar 15 yıl önceki konuşmalar, üstad ne beni hatırlar, ne de konuşmalarımızı…
Haftaya devam edecek inşaallah….