Derviş kıyafetine aldanmayalım
Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman’a gelerek bir dervişin kendini yaraladığından şikayette bulunuyor. Hz. Süleyman derhal dervişi getirtiyor ve soruyor: “Bu kuşun kanadını niye kırdın?”.
Derviş cevap veriyor “Efendim, benim maksadım
kuşu avlamaktı. Bunun için kuşa doğru yöneldim. Kuş benden kaçmadı.
Yanına iyice yaklaştım ve tam yakalamak için hamle yapınca kuş
benden kurtulmaya çalıştı. Arbede yaşandı ve bu esnada kuşun kanadı
kırıldı. Yani benim maksadım kuşu avlamaktı. Avlanmak insan olarak
benim en tabii hakkım”.
Hz. Süleyman yaralı kuşa döndü ve dedi ki, “Bak ! Derviş haklı. Sen kaçabilirdin. O sana yaklaşmış. Dervişin yaklaştığını gördüğün halde sen kaçmamışsın”.
Yaralı kuşun verdiği cevap, Hz. Süleyman’ı şaşırtmakla
kalmaz aynı zamanda son 15 yıldan beri ehl-i sünnet
anlayışının nasıl derin bir tahribata uğradığının birebir
ifadesidir. Yaralı kuş diyor ki, “Efendim, ben bu şahsı
derviş zannettim. Zira üzerindeki kıyafet derviş kıyafetiydi.
Dervişten bana zarar gelmez diye düşündüm. Şayet avcı olduğunu
bilseydim elbette kaçar ve tedbirimi alırdım”.
Hz. Süleyman yaralı kuşu haklı bulur ve kısas yapmaya karar verir. Kuşun kanadı kırıldığından kısas gereğince dervişin de kolu kırılması lazım gelecektir. Cezanın tatbik edilmesi için hazırlıklar yapılırken yaralı kuş itiraz eder ve der ki, “Efendim, mağdur durumda olan biri olarak hakkımı kullanmak istiyorum ve verilecek ceza hususunda bir teklifim var. Kabul buyurursanız bu dervişin kolu kırılmasın”.
Hz. Süleyman şaşırır ve sorar “Niye?”.
Yaralı kuşun cevabı günümüze tıpatıp uymaktadır ve şöyle
der; “Efendim, dervişin kolu kırılırsa daha sonra
iyileşecektir. Huylu huyundan vazgeçer mi? Kuvvetle muhtemel
yine benim gibi kuşların yanına bu kılığıyla (derviş kılığı)
sinsice yaklaşacaktır. Kuşlar da bunun kılığına aldanarak
kaçmayacaklar ve gafil avlanacaklar. Ben bu adamın kolunun
kırılmasını değil de derviş libasının (elbisesinin) çıkarılmasını
talep ediyorum. Ki, başkaları aldanmasın”.
Şimdi soralım;
Bu hikâyeyi günümüze irca (uyarlamak) edelim. İslam’a mesafeli veya muarız bir siyasi iktidar mı zinayı serbest bıraktı yoksa Müslüman olduğunu söyleyen bir siyasi iktidar mı?
Domuz etini “kasaplık et” statüsüne getirenler, milletimizin inançlarıyla ilgisi olmayan bir siyasi görüş sahibi olanlar mı yoksa cami açılışlarında bulunan ve Kur’an-ı Kerim okuyan politikacılar mı?
“Benim dinim Sünnilik değildir” diyenler, İslam’a mesafeli olanlar mı yoksa ABD’ye ehl-i sünnet tıraşıyla gidip Amerikan tıraşıyla dönenler mi?
Müslümanların ibadet hassasiyetinin ve sevgili peygamberimizin sünneti olan temkin vakti uygulamasını, 1983’de bir darbeci ve onunla aynı zihnî dünyanın mensubu bir diyanet işleri başkanı tarafından iptal edilen “temkinsiz” ibadet uygulamasını inatla devam ettirenler “derviş” kılıklı siyasiler mi yoksa İslam ile hiç ilgisi olmayanlar mı?
Hatırlanacağı gibi Cumhuriyet’in ilk yıllarında din dersleri okullardan tamamen kaldırıldı. Yani İslam’a cepheden saldırıldı. 1950’li yıllara kadar resmi olarak Kur’an tedrisatı yapılmadı. Bu dönemde bu milletin evlatlarına, tren kompartımanlarında, dağ başlarında ve yaylalarda meccanen Kur’an-ı Kerim öğreten eli öpülesi gönül sultanları oldu. Bu dehşetli dönemde bile günümüzde olduğu gibi; ehl-i sünnet dışı mezhepler “ehl-i sünnetmiş” gibi anlatılmadı. Tamamen yasaklandı yok sayıldı. Milletimiz de dinimize zarar vereni tanıdı ve ona göre tedbirini aldı/almaya çalıştı.
Ama günümüzde öyle mi? Günümüzde din derslerinde Caferilik mezhebi “ehl-i sünnet” mezhebi olarak anlatılıyor. Yani İslam yanlış olarak öğretiliyor.
Şimdi sormak gerekmiyor mu? Ehl-i sünnet olmayan bir mezhebi, ehl-i sünnet olarak anlatmak mı daha zararlı yoksa tamamen yasaklamak mı?
Bunların hangisi daha çok zarar veriyor Türk-İslam kültür ve irfanına?
Dikkat ediniz; “hangisi daha çok zarar veriyor? diyorum”. Ne yapalım daha faydalısını bulamadık henüz. En az zarar vereni tercih etmek durumunda kalıyoruz/kaldık.
Büyük milletler büyük imtihanlar geçirirmiş. Son iki yüz yıldır milletimiz badirelerle boğuşuyor.
İnancımıza ve kültürümüze zararlı olmak iki türlüdür. Birincisi alenen ve cepheden yapılan saldırıdır. Böyle bir saldırı karşısında tedbir almaya çalışmak mümkündür ve muhtemel zarardan asgari ölçüde kurtulmak varit olabilir. Fakat ikinci tür saldırı daha vardır bu daha tehlikelidir. Yukarıda verilen örnekteki “derviş” kılığındaki kişinin verdiği/vereceği zarar daha derin ve daha tehlikelidir. Zira tedbir almaya imkân verilmiyor ve aldatıyor.
Öyleyse Müslüman şuurlu olmalı ve ferasetini kullanmalıdır. Günümüzde oylarımız vasıtasıyla elbiseler giydirilir veya çıkarılır.
Hatırlanmalıdır ki, milletimiz bin yıldan beri ehl-i sünnetin kalesi durumundadır ve bu hususiyetini devam ettirmek azmindedir.
Derviş ile avcıyı birbirinden ayıramayanlar avlanır ve yaralanır.
Biz avlanmak istemiyoruz.
Derviş kıyafetine aldanmayalım. Vesselam...