Bre… Bre… Bre! Peh… Peh… Heh!

Sahi nerede kalmış, kaç nefes almış ve kaçıncısında kalmıştık. Hele müsaade edin de kalan nefesimizle bir uzun “heeeyt!” çekelim. “Heyt”, bilirsiniz kabadayıların mevcudiyetlerinin “Bir dakika!”, “Buradayım ha!” “Durun orada!” sözlerinin kısa ifadesidir.

Sözlüklerin; cesur, gözü pek, atak kişi olarak tanımladıkları kabadayılık, öyle gökten zembille inmez. Kabadayılığın da çıraklık, kalfalık ve de ustalık dönemi vardır. Kabadayı olmak ve namınızın dört bir yanda söylenmesini mi istiyorsunuz? O halde mahalleden işe başlayacaksınız. Sonra şehirde nam salacaksınız. Ülke genelinde adınızın söylendiği an artık kabadayısınız demektir. Hele de namınız ülke sınırlarını aşıp da uluslararası camiada söylenmeye başlasa yeme de yanında yat. Artık kimsecikler tutamaz sizi.

Kabadayılığın tarihi oldukça eskidir. Her ülkede değişik kimlik ve kılıkla kendini gösteren kabadayılık, Osmanlı’da mahallenin saygın delikanlısı, mahallesini kötülüklerden koruyan; yiğit, iyi yürekli, yardımsever insanlar olarak bilinmiştir. “Mahallenin namusu benden sorulur” düşüncesi ile hareket eden Osmanlı kabadayıları, mahallelerine kalkan olur; mahallelerinin karşılaşacağı belalardan kendilerini sorumlu tutarlardı. Özellikle de mahallenin kadınlarını ve kızlarını ayaktakımından; onların kaba davranış ve tacizlerinden korumaya çalışırlardı. “Yani bir nevi kahraman!” “Yok, orada dur! Kabadayılığı, kahramanlıkla karıştırma. Kahramanlığın çeşidi, nevi olmaz; yakıştırması, benzetmesi olamaz. Kahraman; çok, çok farklıdır. O bizim kutsalımızdır. Varlığımızın teminatı, canımız, namusumuz, yüz akımızdır. Malazgirt’imiz, Mohaç’ımız, Kanije Savunmamız, Çanakkale’miz, Dumlupınar’ımız, şanımız, şerefimizdir. Şehit ve gazileri ile mukaddesatımız, bayrağımız, toprağımızdır. O, hiç kimseyle, hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Onun “heyt heytleri” yoktur. O, “Allah, Allah!” der o kadar. Onun beynini notayla, yüreğini kotayla, midesini dünya malıyla sınırlayamazsınız. “Kutsallarım uğruna ölümden ötesi var mı?”, der; der de, can verir. O, yürek mücevherlerini, kahramanları layık oldukları yerde bırakalım da biz yine konumuza dönelim.

Zaman içerisinde bazı kavramlar gibi kabadayılık da iş ve işlevini kaybetti. Cahil ama terbiyeli, iyiliksever bir o kadar da fedakâr “Osmanlı kabadayısı” tipinin yerini günümüzde salt kendini ve avenesini düşünen, çevresine olduğu kadar başkalarına da zarar vermekten zevk alan; makam mevki düşkünü pireler, kravatlı keneler; kabuğu cilalı süneler, kan emici sülükler aldı. Kabadayılık para ve makam ile ölçülür hale geldi. Sonuçta ağırlığı da saygınlığı da buhar oldu, uçtu. Osmanlı tipi kabadayılara ise ancak hatıralarda, hikâyelerde, romanlarda rastlanır oldu. Ya işte o kaybolan kabadayılığın bir raconu vardı. Kendine özgü kuralları, kırmızıçizgileri vardı. Eskiden öyle her önüne gelen, eline aldığı silgiyle kabadayının çizdiği kırmızıçizgilerini silemezdi. Kırmızıçizgilerin silinmesi karizmayı çizdirtmekle eş değer sayılır, hiçbir kabadayı buna katlanamazdı. Hele de kabadayılara tükürdüklerini ölse yalatılamazdı.

Günümüzde kabadayı olarak tanımladığınız tipler birer kâğıttan kukladır. Bunlar, olsa olsa külhanbeyi olurlar. Hani şu hamamlarda ocağı yakmakla görevli kişilerin başlarında bulunan külhanbeyleri… Külhanbeyi ile kabadayı tamamen farklıdır. Külhanbeyleri Osmanlı’nın son zamanlarında türemişlerdir. Etrafına topladığı çapulcularla mahallelerinde huzursuzluk çıkartan, halkı haraca bağlayan, hatta başka mahallelerin külhanilerine sataşarak üstünlük kurmaya çalışan, namının diğer mahallelerde de söylenmesini arzulayan külhaniler, yaptıkları icraatları ile hem kendi mahallelerinde hem de çevrelerinde rahat, huzur bırakmazlar. Çapulcu oldukları için de edebi olanlar edeplerinden ve bu tiplerin şirretliklerinden çekinir aynı seviyeye düşmeyi zül kabul ederler. Bu çekinmeyi üstünlük ve korku ile özleştiren ve ‘ne güzel; herkesi, her kesimi sindirdim’, diye de uygun yerini kınalayarak ortalığa düşen külhanbeyleri ise ortamı uygun bulunca eser, heyt’lerini de yükselttikçe yükseltirler. Kabul edilse de edilmese de günümüzde kabadayı olarak nitelendirilenler bunlardır. Yani Osmanlı’nın bozularak güncelleştirilmiş külhanileri… Karizması bir değil birkaç defa çizilen, kırmızıçizgileri silinen, tükürdüğünü yalayan, yalatılan; mahallesine, halkına ve çevresine huzursuzluktan başka hiçbir şey vermeyen, “höst!”, denildiğinde tırsan, bukalemun tipli yanardönerler... Yüreğine, bileğine değil o anda bulunduğu konuma güvenen hoyrat, başıbozuk, serseri tipler.

 Evet, nerede kalmış, kaç nefes almış ve kaçıncısında kalmıştık? Yazımıza böyle başlamıştık ya! Gelin isterseniz böylesi külhanbeylerinden Allah, bu necip milleti korusun diyerek bitirelim yazımızı ha! Ne dersiniz!

Hadi Önal/04 Ağustos 2024/ Elazığ