MECNUN olarak bilinirdi.  

Gerçekten öyle miydi bilmiyorum ama onu ünleyen böyle ünlerdi. 

Tuhaf yanları vardı. Duymak istediğini duyar hemen oradan bir muhabbet kapısı açar ve sohbet kazanını öyle harlardı ki, saatlerce sürerdi. İşine gelmeyeniyse duysa da duymazdı. Tepki vermezdi. Elindeki çubukla toprağın üstüne çizgiler çizer onlara hayretle bakar ve dalıp giderdi. 

Bu elbette dikkat çekerdi çevreden ve sorarlardı: “Ne oldu?” 

Gözlerini kısıp bir süre toprağa bakıp oradan alacağını aldıktan sonra yavaşça başını semaya doğru kaldırarak bulutları selamlar ve şöyle derdi: “Bir füsun oldu bana…” 

… 

KAHKAHALARLA gülerlerdi. Hem de dakikalarca. 

Soru sormalarındaki esas maksat zaten buydu. Bildikleri cevabı tekrar duymak ve kendilerine bir eğlence çıkartmaktı tüm amaçları. 

Hayret ettiğim husus, Mecnun bunu zaten bildiği halde neden onlara fırsat veriyordu? 

Üstelik o gülenleri kendilerinden daha iyi bildiğine adım gibi eminim. Yıllardır içlerinde yaşıyordu çünkü. Ayrıca İlm-i Sima’ya vakıf olduğu da aşikârdı. Bu durumu gördüğümde kendime “Oğlum bunda başka bir iş var ama ne?” deyip dururdum içinden. 

… 

HEYBESİ omuzunda, bastonu elinde gezerdi. 

Uzaktan baktığınızda mühim bir işi olduğunu sanırdınız ama aslında bir tarlası, bağı, bahçesi olmadığından muradı iş görmek değildi. Belli ki başka bir gaye ile geziyordu. 

İzmir’in bir küçük kasabasında evladı olduğu duyulmuştu. Ama bırakın yaşını veya ne iş yaptığını, kız mı erkek mi olduğu bile bilinmiyordu. 

Kendisi de vaktiyle orada yaşamış Tokat’ın Niksar’ına her ne sebeptense sonradan gelip yerleşmişti. 

Asker arkadaşım Nedim’in dedesinin ahbabıydı ama ailesi hakkında tüm bildikleri bundan ibaretti. 

… 

ÜÇ gün gönlümüzü demledik yanında. Nereye gittiyse bizim de peşinden gitmemize ses çıkarmadı. Tenhada sorduğum soruları da cevapsız bırakmadı. Ciddiyetle karşılık verdi. 

Yukarıda anlattığım kendisiyle eğlenen, alay geçen insanların yanındaki halinden eser yoktu şimdi. Bambaşka bir görüntüdeydi. İlminin derinliğini bu dağ gezisinde anladık. Biz bir sual ettiysek o, on cevap verdi. Demek ki, talebe göre oluşuyor her şey. Bulunduğu ortama uyumlanıyor ve onlarla hemhal oluyordu.  

… 

SAKİN bir kişiliğe sahipti. Güven vericiydi. Hayalleri vardı ayakları yere basan ve bunların çocuğunu yaptığı projelerle gerçekleştirdikten sonra arkasında bırakabilmeyi bilmişti. Muhteşem bir sağduyuya sahipti. Yargılayıcı değildi. Her şeyi nasılsa öyle kabul ediyor iletişimini bu düzlem üzerinden gerçekleştiriyordu. Becerikliydi. Evinde ne varsa hepsi kendi elinden çıkmıştı. Hatta duvarındaki yağlıboya tablolar, ebru ve tezhipler yine onun el maharetini yansıtıyordu. İnsan ilişkilerindeki hüneri de çevresine olan esnek davranışından anlaşılıyordu. Muhabbet sırasında araya sıkıştırdığı ve zihnimize düşünmemiz için bıraktığı cümlelerden orijinal bir yaratıcılığa sahip olduğu anlaşılıyordu. Heyecanı güçlüydü. Yaptıklarını zevk ve iştahla devam ettiriyordu. Büyüleyici bir etkiye sahipti. Şaşırtıcıydı. Rutin bir akış içindeymiş sandığınız anda bambaşka bir merak patlamasına sizi davet ediyordu. Hayret uyandırmayı rahatlıkla başarıyordu. Tılsımlı bir âdemoğluydu kısacası. Dinlerken kendinizi onunla bir masalın ortak kahramanı sanmamanız imkânsızdı. 

… 

GEVHERİ’DEN deyişler okumuştu bize. En çok etkileyen ise davudi sesiyle havalandırdığı 

“Ela gözlerini sevdiğim dilber / Gönlüm sana düştü düştü halim nic'olur, halim nic'olur” nefesiydi. 
Şöyle devam ediyor dizeler: 

“Bu sevdayı verme kullar başına / Müptelalık bir beladır güç olur 
Beni ağlatma ki sen de gülesin / Muradına maksuduna eresin, canan eresin 
Korkarım yad ele meyil veresin / Meyil verme altın adın tunç olur 
Gevheri'yem yandım yandım nar-ı fırkatan / Dostumun hasreti çıkmaz yürekten, çıkmaz yürekten 
Bir zaman ben seni diledim Haktan / Verir ama korkarım ki geç olur” 

Her hatırlayışımda şimdi olduğu gibi tüylerim diken olup battı yüreğime. Öylesine etkiliydi çığırışı.  

… 

ONU kimin efsunlayıp yüreğine sevda incileri düşürdüğünü öğrenemedim. Sevdiğinin nasıl bir büyüleme gücü ne derece etkileyici bir güzelliği ne tür hayretler uyandırıp şaşırtma yeteneği vardı da o tılsımın tesirinde kalmıştı hâlen meçhul. O sırrın perdesini aralamadı. Ki, hakkıdır.  

Bazı şeyler nihan kalmalı… Hoyratlar duymamalı… Özel ve özge oluşunu yitirmemeli… 

Dimağımda kalan lezzet şu oldu: “Bir füsun oldu bana” diyebilmek ve bunu ömrün boyunca zikir hâline getirdiğin halde mahremiyetine saygı gösterip o kor ateşi kalbinde tutabilmek muhteşem… 

Sözün burasında Âşık Emrah’ın şu deyişini hatırlamamak ruha ziyan olur.  

“Her an dilimizde Hakkın kelamı / Uğra dost köyüne eyle selamı  

Tenhada bulursan Emrah cananı / Daim ezberimde o leyli leyli”  

Ezberimizde olanın ezberinde olmak niyazıyla… 

Ya Selam!