c-Nazariyat ve tatbikat-
Yanılma, bizdeki idari ve sultani tatbikatları Avrupa'nın krallık
rejimleri ile aynileştirerek mukayese yapmaktan ileri geliyor.
Halbuki Avrupa ve Türklerin de içinde bulunduğu İslam âlemi farklı
medeniyete sahip dünyalardı. Ayrı cinslerin tek kalem halinde
toplanmaları mümkün olmadığı gibi bu farklı medeniyetleri de aynı
değer terazilerinde tartmak muhaldir. Adına "Avrupa" veya "batı"
dediğimiz coğrafyadaki yönetim tarzı için "mutlak monarşiler
devri" diye bir zamandan bahsedilebilir. Ama İslam payitahtları
eksenli idarelerde emirin unvanı ve rejimin şekli her ne olursa
olsun mutlak hükümdarlık uygulaması görülmez. Bu payitahtların
ekseriyeti de Türk şehridir. İslam, sanki zımni bir kararla
ümmetin idaresini ehline bırakmıştır.
Belki de Resulullah aleyhisselamın, o sancılı Hendek Muharebesi’nde
bir ara gazayı Türk Çadırı’ndan sevk ve idaresi istikbale dair bir
işaretdir.
Aslında "mutlak" mefhumunun üzerinde durup derinleşince "mutlak
krallık" rejimlerinin de izafi bir yakıştırma olduğu
görülecektir.
Mutlak; her türlü kayıt ve şarttan talak olmuş; boşanmış, kurtulmuş
demek. Bütün kayıtlardan âzâde bir idare yeryüzünde ne gelmiştir ve
ne de gelebilir. Yönetimin başındaki insan ve insanlara hukuki
olarak veya hatır ve his planında etki eden güçler muhakkak
bulunur. Mutlak irade hürriyeti beşere mahsus değildir. Mutlak
idare, mutlak iradeye aittir.
Türk tarihinde de İslam tarihinde de devlet protokolündeki bir
numaralı insanın yanında her zaman istişare meclisleri vardır. Bu
noktada "kurultay" ile "müşavere meclisleri"nin çakıştığını
müşahede etmekteyiz. Türklerin kısa bir zamanda İslam dairesinde
yer almalarının sebebi inançlarının semavi menşeli olmasından
ileri gelmektedir. Oğuz Han'ın Ulü'l azm peygamberlerden İbrahim
aleyhisselam dinine mensup bir mü'min olduğunu hatırlatmak
isteriz. Irkî cedlerimiz, bir zaman için ilâhi nizam yolunu
yitirmişlerse de İslam güneşinin her yanı aydınlatması üzerine
kendilerine ulaşan tebliğe severek iştirak ve itaat
etmişlerdir.
O itaat, gerçekte kıyamete kadar sürecek ilahî bir memuriyeti
deruhte etmenin resmidir. Bu sahneden sonra niyet, amel ve ihlas
vakıaları göz ardı edilmeden düşünmek gerekir. Tekrarlamakta fayda
görüyoruz ki bu düşünme metodlarında medeniyet aidiyeti ve
farklılıklar katiyetinin ihmal edilmemesi şarttır.
Su, iki oksijen ve bir hidrojenin bileşimi olduğu gibi
medeniyetlerin de terkipleri vardır. İtikadi, ameli, ilmi, içtimai,
siyasi ölçüler toplumsal hayatın mücerred formülleridir.
Yönetimdeki başarı; yönetenin yönetileni yönetilenden daha ziyade
tanıması ile mümkündür. İlk sosyolog, seyahatname müellifi ve
mütefekkirleri çıkartmış bir medeniyetin mensupları olarak devlet
idaresince duvara dayanmışlık zehabına kapılmayı kabul etmek
mümkün olmamalı. Öyle bir hal acze düşmenin ismi olur.
Devletin kurulma döneminde de yükselme döneminde de zeval
döneminde de bugün "başkanlık sistemi" dediğimiz ve haddi zatında
daha müreffeh ve gerçeğe ve insana uygun yönetim biçimini
soruşturduğumuz süreçte çağ ölçeği baz alınarak fasit daireye
düşme tehlikesine dikkat etmemiz icap eder.
Gelenekten istifade ile geleceğe kavi bir yükseliş mümkündür.
Bizim kafa yormakta cılız kaldığımız şu mevzularda Hindistan'dan
Endülüs'e İstanbul'dan Şam'a müellifler, mum ışığında koca kalın
cildler halinde eserler vermişlerdir. Şu günlerdeki sıkıntıda bir
İmam-ı Gazali'yi veya Koçi Beyi veya Ahmed Cevdet Paşayı
tanımamanın payı yok mudur? Devlet hayatımızda yer etmiş kurumlan
örneklemeyi de akıl etmeliyiz. Sultan otoritesinin üzerindeki
Meşihat makamı ile Meclis tasarruflarını denetleyen Anayasa
Mahkemesi'nin benzeşen, örtüşen ve zıt taraflarını niçin
bilmeyelim? Her ikisi de aynı işlevsel gayenin malıdır.
Nazariyatları zayıf olanların tatbikatları köksüz olur...
.....
(*) Bu yazı, ilk defa 25 Eylül 1997 tarihinde Türkiye gazetesinde
yayınlanmıştır.