Yazımının ilk kısmında “aile, okulda ve toplumda iyi yetiştirilmemiş bir kişiyi Devlet ıslah edebilir mi” sorusunun cevabını aramak için Karagöz-Hacivat diyaloğundan hareket ederek bir sonuca varmıştık.

Yazımının ilk kısmında 'aile, okulda ve toplumda iyi yetiştirilmemiş bir kişiyi Devlet ıslah edebilir mi' sorusunun cevabını aramak için Karagöz-Hacivat diyaloğundan hareket ederek bir sonuca varmıştık.

O sonuç: 'Dışarıdan cezalandırmayla, kanunlarla korkutmayla insanlar hizaya getirilemez. Ancak insanlara çocukluklarından itibaren vicdan ve içeriden gelen ilhamlarla doğru yolda kalmaları sağlanabilir.'

İşte bu yazıda yine bu noktadan hareketle görüş ve düşüncelerimizi açıklamaya devam edeceğiz.

Yazmış olduğum 20'den fazla kitap ve yayınlamış olduğum yüzden fazla makale ve binden fazla köşe yazısı var.

Kitaplarımda ve yazılarımda hep çocukluğa ve aileye dikkat çektim.

'Başarıya çocukluktan gidilir' dedim. 'Hayatın rotası çocuklukta çizilir' dedim.' 'Gidilecek yerin, varılacak menzilin durumu çocuklukta bellidir' dedim.

Gerçekten çocukluk önemlidir.

Çocukluk önemli olduğu kadar, aile önemlidir.

Zaten çocuk edep ve terbiyeyi ailesinden, özellikle ve öncelikle annesinden alır. Daha sonra da babasından edep ve terbiye alır.

Meşhur bir kıssa vardır. Aşağıda anlatacağım bu olayın yaşanmış olduğu söylenir.

Çocuk, küçük yaşlarından itibaren sağdan-soldan çaldığı eşyaları, tavuğu, yumurtayı, odunu, kömürü annesiyle yaşadığı eve getirmektedir. Çocuk sağdan-soldan çalarak getirdiği eşyaları eve her getirdiğinde annesi 'aferin oğlum' diyerek oğlunu alından öpmektedir. Daha 10-12 yaşlarından itibaren hırsızlığa alıştırılmış ve yönlendirilmiş o çocuk, büyüdükçe çaldığı eşyaların miktarı ve niceliği büyümüştür. Artık demir-çimento, araba, koyun-keçi çalmaktadır. O çocuk 20'li yaşlarda, gençlik yıllarında bir gün, bir hırsızlık sırasında evden altın-gümüş ve mücevher çalarken, evde yaşayanları da öldürmüştür. Devir idam cezasının olduğu devirdir. Çocukluktan itibaren çalmaya yönlendirilen, annesi tarafından uyarılmayan ve terbiye edilmeyen o genç son hırsızlık olayındaki evdeki bulunan karı-kocayı da öldürdüğü için idam cezasıyla cezalandırılır. İdam sehpasına çıktığında sorulur: 'Son isteğin nedir?' İdamlık genç cevap verir: 'Annemi bu idam sehpasında yüzünden öpmek istiyorum.' Gencin annesi de idam sehpasına çıkartılır. Genç annesinin yüzünü öpüyormuş gibi yapar ve annesine seslenir: 'Anneciğim ağzındaki şu dilini dışarı çıkar da, onu bir öpeyim.' Annesi dilini dışarı çıkardığında o genç 'annesinin dilini dişleriyle iyice sıkarak koparıp da atar.' Annesinin dili yere düşmüş ve ağzından kanlar akmaktadır. Annesi acı ve feryatla idam sehpasında kıvranmaktadır. İdamlık gence idam sehpasının yanında bulunanlar sorarlar. 'Bunu neden yaptın?' İdamlık gencin ibretlik cevabı şöyledir: 'Benim burada, bu idam sehpasının bulunmamım sebebi işte o annemin ağzındaki dil'dir. O dili o nedenle dişlerimle kopartıp da attım.'

İdamlık genç çocuk konuşmasına şöyle devam etmiştir: 'Çocukluğumda ilk hırsızlığı yaptığımda annem beni ikaz etseydi, yanlış iş yaptığımı söyleseydi, bana doğru yolu gösterseydi, ben o kötü işleri asla yapmazdım. Ancak annem beni her hırsızlık yaptığımda çocukken 'iyi yaptın, aferin sana' diyerek teşvik etti. Bu hale gelmemin sebebi annemdir.'

Durum bu kadar açık ve nettir.

Aile, bir çocuğun yetilmesinde en önemli unsurdur. Biz çocukluğumuzda annemizden şunları duyduk ve annem bize bunları hassasiyetle tembih ederdi: 'Oğlum komşunun bahçesindeki ağaçtan bir elma bizim bahçe tarafına düşerse, sen tekrar o elmayı komşumuzun tarafına at, başkasının ağacından bir meyveyi asla alıp da yeme' dedi. 'Bir bakkala alışveriş yapmaya gittiğinde yanlışlıkla sana para üstü fazla verilirse, o parayı iade et' dedi. 'Asla haram mal yeme ve asla hakkın olmayan bir şeyi isteme' dedi.

Ben bu hususları sunduğum etik/ahlak seminerlerinde de anlatıyorum. Bir seminer sırasında bu hususları anlatırken bir memur kişi söz alarak annesinin kendisine edep ve terbiye babında yaptığı bir hareketi, daha doğrusu cezalandırmayı anlattı. Memur kişi anlatıyor: 'Ben çocukken büyüklerimden, amcamdan, dayımdan, bize ziyarete geldiklerinde para ister ve aldığım o paralarla bakkala gider çikolata, şeker alırdım. Annem bu davranışımdan çok rahatsız olmuş. Bir gün amcamdan para istediğimi gördü ve beni yan taraftaki odaya çağırdı. 'Oğlum amcandan para istediğin şu dilini dışarıya çıkartır mısın' dedi. Ben dilimi dışarıya çıkartır çıkartmaz, sağ elinde sakladığı iğnenin sivri ucunu dilime batırdı ve benim dilimden kanlar akmaya başladı. Ben ağlarken annem 'bir daha hiçbir kimseden hakkın olmayan bir şeyi istemeyeceksin' dedi. O memur kişi: 'O gündür, bu gündür hiçbir kimseden bir şey istemem' dedi.

Evet, durum bu kadar açık ve nettir. Aile mühimdir. Anne ve baba terbiyesi mühimdir. Annesinin ve babasının terbiye etmediği bir çocuk, okulda da değerler eğitiminden, ahlaki terbiyeden yoksun sırf matematik, fen ve benzeri maddi eğitimlere yönlendirilirse o öğrenci toplum için felakettir.

'İnsanı ahlaken eğitmeden sırf zihnen eğitmek topluma bela kazandırmak demektir.' (Theodore Roosevelt ABD E. Başkanı)

Toplum bir eğitim ve yetiştirme yeri değildir. Toplum ailelerden ve fertlerden oluşur. Aileler ve fertler iyi yetiştirilmemişse bir kişinin toplumdan alacağı fazla bir şey yoktur.

Aile, okul ve toplumda yeterli terbiye ve edep ile yetiştirilmemiş bir kişinin hizaya getirilmesi için tek bir yol kalıyor. Devletin belirlemiş olduğu kanunlar ve cezalar.

İşte asıl soru ve asıl mesele burada başlıyor. İlmi ve irfanı olmayan, izan ve vicdanı bulunmayan, adeta vahşi bir hayvan gibi topluma salınmış bir ferdi kanunlar korkutur mu?

Ben bu soruya 'hayır' diyorum.

O vahşi kişi 'kanunlardan kurtulacağını ve cezadan sıyrılacağını' düşünür ve işleyeceği fiillerden dolayı 'başına bir şey gelmeyeceğini' zanneder yapacağı çirkin ve yanlış işi yapar. Ya da gözünü karartır 'başına ne gelecekse gelsin gider, o yanlış işi işler ve çirkin fiili yapar.' Halbuki o kişi çocukluğunda ailesinde ahlaken ve vicdanen doğru-düzgün yetiştirilmiş olsaydı, Allah korkusuna o yaşlardan itibaren sahip olsaydı, hiçbir şekilde yanlış işi yapmazdı. Çünkü içerisindeki o vicdan ve Allah korkusu kendisini her daim kontrol altında tutardı.

Yazımı fazla uzatmayalım. Zaten iki bölümde aynı hususu anlattık. Anlayan anladı. Yazımın en sonunda bir ayet-i kerimeye, bir hadis-i şerife ve Üstadım Mehmed Akif Ersoy'un bir şiirine yer veriyorum:

'Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve siz, ancak Müslüman olarak can verin.' (Âl-i İmran, 102)

'Her hikmetin başı Allah korkusudur.' (Hadis-i Şerif)

Konumuzla alakalı Mehmed Akif'ten bir şiir:

Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdan'ın.
Ne irfanın kalır tesiri kat'iyyen, ne vicdanın.