Görselliğin merkeze oturduğu, konuşmadan anlaşılmaya çalışıldığı bu çağda yazmak, bir deli cesareti. Zaten yazmak başlı başına bir deliliktir. Sözlü kültürün konforundan yazılı kültürün karmaşasına adım atmak, bir anlık düşününce akıl karı değildir. Ama yine de yazarız. Çünkü yazmak, insanın içindeki derin boşluğun sesiyle yüzleşmesidir.
Bir insan neden yazar? Bu sorunun tek bir cevabı yok. Yazmak, insanın kendi ruhuyla tanışmak istemesinin sonucudur. Kendini tanıma ve tarihe bir iz bırakma arzusunun bir getirisidir. Sylvia Plath bunu şöyle ifade eder: “Bir şey yazmak, onu sonsuza kadar yaşatmak demektir.” Yazmak, insanın ölümlülüğüne meydan okuma biçimidir. Zamanın silip süpüremediği bir varoluş çığlığıdır.
Hani derler ya, "Kendimizi başkasına anlatmak için yazarız." Yalandır bu. İnsan, yazdığı her kelimeyle aslında kendiyle yüzleşir. Margaret Atwood’un dediği gibi: “Herkes bir kitabı bitirdiğinde iki kişidir: Kitabı yazan ve onu yazarken keşfettiği kişi.” Her kelime insanın bir aynasıdır; her cümle seni sana anlatan bir yansımadır. Yusuf’un kuyusundan çıkış ipidir yazmak. Ama o ipin seni nereye çıkaracağını asla bilemezsin.
Kelimeler büyülüdür ama zararlıdır da. Seni yavaşça zehirler. Artık konuşmak istemezsin; çünkü sesin kontrolü sende değildir ama yazının kontrolü sendedir. Kağıdın tanrısı sensindir. Bu bir zehirdir; bu kibre yol açar. Kağıdın başında tanrıcılık oynarsın. Virginia Woolf’un dediği gibi: “Yazarlar, kelimelerin tanrılarıdır.”
Peki, yazar kibirli midir? Tabii ki. Üflesen dağılacak bir kibir. Şair ya da yazar, kendi gerçekliğini yaratır. Kendi gerçekliğinin tanrısıdır. Ama bu tanrılık, bir tandırdır. Kendi içinde yanıp tutuşur. Kendini haşlayan bir tanrıdır çünkü hamken pişmek ister. Yazar, kelimeleriyle kendini yaratmak ister. Haşa, kızma Tanrım.
Yazmak, insanın kendine ve dünyasına dair tüm olumsuzlukları fark etmesiyle başlar. İnsan yazarken kendi karanlığıyla tanışır. Dünyası siyahtır, karanlıktır, gridir. Bu yüzden o dünyayı dağıtmak ister. Çünkü kendini tanıdıkça sevmemiştir belki de. Değişmek, dönüşmek ister. Ama kelimeler acımasızdır; ses gibi uçup gitmez. Gözüne bakar, orada öylece durur.
Yazar burada devreye girer. Hayalini anlatmak ister. “Dünya böyle daha güzel olurdu,” der kendi kendine. Kimi zaman, dünyanın kötülüğünü herkesin gözüne sokmak ister. Çünkü yazmak yalnızca bir anlatma çabası değil, aynı zamanda bir değişim arzusudur.
Dostoyevski’nin dediği gibi: “Herkesin içinde bir dünya vardır; bu dünyaya girmek yazmaktan başka bir yolla mümkün değildir.” Yazar delidir. Ve deliliğin en cesur biçimidir yazmak.
Yazmak, kalemin ucundan akan bir kan gibidir; her kelime insanın ruhundan damlayan bir damladır. Damladıkça arınırsın, arındıkça eksilirsin, eksildikçe çoğalırsın. Yazmak, insanın kendi kuyusuna inmesi ve o kuyudan yeniden doğmasıdır. Ve bu yüzden yazmak, en büyük delilik ama en derin cesarettir.